RIZA ŞEHRİ

Dünya üzerinde varlık gösteren içerisinde canlılar arasında bir başkasının desteği olmadan yaşama tutunmayı beceremeyen tek canlı insandır. İnsan kendi zaruri ihtiyaçlarının uzun süre kendisi sağlayamaz. Başta anne olmak üzere bir bakıcı ve koruyucuya ihtiyaç duyar. İnsan biyolojik yapısının dışında, kültürel yapılanması ve sosyal bir varlık olmasını, içine doğduğu toplumun kültürel yapısı şekillendirir. İnsanlar toplumunda insanların ölümlü olduklarını ve birikimsel kültürün ve varlığın gelecek nesillerin daha kolay ve rahat bir yaşam sürdürmeleri için önemlidir. İnsanın, insan olma bilincine varması ve aile grupları halinde yaşamaya başlamasından günümüze kadar, insanın esas sorunu insanca bir yaşam olagelmiştir.

Toplumsallaşma sürecinde insanların ilk öğretmenleri anneleridir. Yaşamda insana gereken faydalı ve zararlı şeylerin dışında çocuklarına sosyal ilişkileri, sosyal davranışları, ahlak kurallarını öğreten annelerdir. Aile yapısından daha büyük aileye doğru nüfus çoğaldıkça toplumsal yapıda değişiklikler olur. Burası benimdir diyen insan ilk sınıflı toplumun kavgasını başlatmış oldu. mülkiyet edinme başlamasıyla sınıflı toplum doğmuş ve hak, hukuk ve adalete insanlar daha fazla ihtiyaç duyarlar. Klan yaşantısından, sınıflı toplumsal yapıya doğru ilerleyen süreçte üretim araçları geliştikçe sınıflı toplumsal yapılara dönüşmüş ve sömürü çarkı da farklılıklar göstermiştir. Ezen-ezilen çelişkilerinden kaynaklı mücadeleye yükseldikçe, sistemden nicel ve nitel değişiklikler az da olsa ezilenlerin lehine olmuştur. Sınıflı toplumlarda adil bir yaşam olmamıştır.

Bütün insan toplulukları tektip bir gelişme seyrini izlemezler. Çünkü farklı coğrafi bölgelerde, farklı üretim ve tüketim ilişkilerini yaşamaları onların sınıfsal ve kültürel yapılarından değişiklik gösterir. Hangi toplum tipinde olursa olsun bütün insanların her zaman özlem duyduğu  özgür ve barışçıl bir toplumsal yaşamdır. Bazı sınıflı toplumsal yapıyı insanların gücü yetmeyip değiştirmese de sürekli   hak, adalet, hukuksal ve ekonomik eşitlik, barış ve demokrasilerle bir arada yaşama özlemi olmuştur. Bu insanoğlunun hep olagelen ütopyasıdır. Bu ütopyanın adı; razı olmak, kabullenmek anlamını yüklenen Rıza’dır.

Anadol’unun yazılı tarihinde böyle bir yaşam tarzından bahsedilmez. Sınıflı toplum yapısında ve farklı inanç ve dini yapılarda da rıza şehri ütopyasına rastlanmaz. Zaten böyle bir ütopik düşünceye sahip olmak bile günah sayıldığında, o kültürler içerisinde yaşatma şansı olmaz. Antropologların bazı yorumlarına göre ana erkil dönemden sınıflı toplumlara kadar ve uygun olduğu toplumsal aşamalarda kısmen de olsa Rıza Şehri benzeri yaşam tarzlarının yaşanmış olabileceğinden söz ederler. Bu tarihsel ütopik anlatı, Aleviliğin sözlü geleneğinden anlatılıp gelmektedir. 1950’li yıllardan sonra çeşitli kitaplarla yazılı olarak hazır hale getirilmiştir. Alevi ütopyasında, herkes gücü oranında toplumsal üretime katılacaktır. Üretilen her şey ihtiyaca göre eşit dağıtılacaktır. Dünyanın bütün nimetleri, üzerinde yaşayan canlıların ortak malıdır. İmtiyazlı sınıf ve insanlar olmayacak. Herkes inancını ve kültürünü özgürce uygulayacak, devlet yapısı yalnızca hakkı, hukuku, eşitliği, sağlığı, eğitimi ve toplumu daha da güzel geleceğe doğru yönlendiren bir örgütlülük olacaktır. Otorite ve hiçbir baskı gücünü ideolojisinde barındırmayan Alevilik, insanların barış içerisinde, daha mutlu ve huzurla ve güven içerisinde ortak üretim ve ortak tüketim temelinde insani yapı için kurumsallaşır.   Eşitlikçi toplum yapısı, RIZA ŞEHRİ ütopyası, Alevilerin olmazsa olmazı ve vazgeçilmezi, gelecekteki ortak yaşam felsefesinin ütopyasıdır.

RIZA ŞEHRİ ÖYKÜSÜ

Bir zamanlar bir sofu dünyayı gezmeye çıktı. Bir gün yolu bir şehre düştü. Bu şehir şimdiye dek gördüğü şehirlere benzemiyordu. Sabah saatinde herkes işine gücüne gidiyor, sessizlik içinde yaşam sürüyordu. Şehrin alışılmamış bir düzeni vardı. Sofu şehrin bu düzenini görünce şaşakaldı. Öyle ki birisine yaklaşıp bir şey sormaya cesaret edemedi. Karnı acıkmıştı. Şehri gezerken bir fırın gördü. Ekmek almak için içeri girdi. Fırıncıya para uzatarak ekmek istedi. Ama fırıncı hayretle paraya baktı: “Bu ne bu? biz bunu kaldırmak için yıllarca uğraştık, büyük savaşlar verdik. Anlaşılan sen Rıza Şehrinden değilsin, dünyalı olmalısın” dedi. Sofu; “Evet bu şehirden değilim” diye cevap verdi. Fırıncı: “Halinden belli oluyor. Dur, öyleyse seni görevlilere teslim edeyim. Onlar seninle ilgilenirler. Bizim şehrimizde para pul geçmez” dedi. Fırıncı bu sofuyu görevlilere teslim etti. Görevliler önce kendi aralarında bu sofuyu ne yapacaklarını tartıştılar. İçlerinden biri: “Meclise götürelim, ulular karar versin” dedi. Öbürleri de bu görüşe katıldılar. Bunun üzerine tümü meclisin yolunu tuttu. Yol boyu sofu düşünüyordu. İçinden “Paranın geçmediği bir şehir. Görevliler, ulular meclisi…” diyordu. Neyse bir süre yürüdükten sonra divana vardılar. Ama sofu bu kez de şaşakaldı. Çünkü divan denen bu meclis hiç de düşündüğü gibi büyük ve gözkamaştırıcı değildi.

 

Düşündüğünün tam tersiydi. Sessiz bir köşede küçük bir yapı idi. Yerlere basit kilimler serilmişti. Ak sakallı ulular bağdaş kurmuş kentin sorunlarını görüşüyorlardı. Görevliler uluları selamladıktan sonra: “Bu dünyalı şehrimize girmiş. Acıkmış, ekmek almak için bir fırına girmiş. Fırıncıya para vermeye kalkmış. Bunun üzerine fırıncı farkına varıp bize teslim etti. Ne yapalım?” diye sordular. Ulular; “Bunu neden buraya getirdiniz? törelerimizi biliyorsunuz. O konakta bir odaya yerleştirin, aşevine götürün, gerekeni yapın” diye buyurdular. Bunun üzerine görevliler sofu ile birlikte geri döndü. Önce bir aşevine götürdüler. Karnını doyurdular. Sonra kentin konukları için yapılmış konağa götürdüler. Bir odaya yerleştirdiler: “Burada para pul geçmez. Burası Rıza şehridir. Rızalıkla her istediğini alır, her istediğini yaparsın” diye uyardılar.

Sofu konağa yerleşti, gezip dolaştı. Rahatı yerindeydi. İstediğini alıp her istediği yerde yiyip içiyordu. Hiç kimse “Ne arıyorsun?” diye sormuyordu. Bir kaç gün sonra eşyalarını topladı. Şehirden ayrılıp yola koyulmak istedi. Ama görevlileri karşısında buldu. Görevliler: “Gidemezsin!” dediler. “Bu şehir Rıza şehridir, adı üstünde. Sen buraya rızan ile geldin. Biz de sana yiyecek verdik, yatacak yer sağladık. Bu şehirde kaldığın sürece bizden razı kaldın mı?” Sofu; “Kuşkusuz razı kaldım, sağolun!” diye karşılık verdi. Görevliler: “Şimdi bizim de senden razı kalmamız gerek. Bu yiyip, içip yattığın günler için çalışmalısın.” Sofu; “O ki töreniz böyle çalışayım” diye kabul etti.

Görevliler sofuya yapabileceği bir iş verdiler. Konakladığı odadan alıp daha büyük bir eve yerleştirdiler. Artık o da Rıza şehrinden bir adam olmuştu. Yavaş yavaş dost, arkadaş edinme çabasına girişti. Ama her kiminle konuşmaya başlasa ilk sorulan “Sen dünyalı mısın?” oluyordu. Bu şehrin insanları kavga, çekememezlik, kendini beğenmişlik gibi tüm kötülüklerden arınmışlardı. Böylece gün geçti ay geçti. Sofu şehri iyiden iyiye sever oldu. Dünyayı gezme düşüncesinden vazgeçti. Bu şehirde kalmaya karar verdi. Ama hala yalnızdı. Bir gün yakın bulduğu bir arkadaşına açıldı: “Sizin bu şehirde nasıl evlenilir, ne yapılır?” diye sordu. Arkadaşı: “Şehrin ortasındaki bahçe var ya, işte orada her cuma günü tanışmak, dost edinmek isteyenler toplanır. Gençler gelirler. Herkes orada beğendiği anlaştığı biri ile evlenme yolunu arar. Orda tanışırlar. Anlaşırlarsa evlenirler” dedi. Sofu cuma günü söylenilen bahçeye gitti. Kocaman bahçe tıklım tıklım doluydu. Rengarenk giysiler içinde genç kızlar kelebek gibi dolaşıyordu. Genç kızlar, oğlanlar sohbet ediyordu. Birbirini beğenip anlaşanlar uzaklaşıyor. Anlaşamayanlar ayrılıp başkasına yaklaşıyordu. Sofu olup bitenleri bir süre hayranlıkla izledi. Sonra kanının kaynadığı bir kıza yaklaştı. Ama o bacının ilk sorusu: “Sen dünyalı mısın?” oldu. Sofu aylardan beri hep bu sözü duymaktan iyiden iyiye bıkmıştı. “Evet, dünyalıyım ne olacak?” diye karşılık verdi. Bacı: “Davranışlarından hemen belli oluyor. Ama alınma, zararı yok. O ki beni kendine eş seçmek istiyorsun, bu konuda ben de sana yardımcı olurum, davranışlarını düzeltirsin” dedi. Bacı ile sofu anlaşmaya niyet ettiler. İşten artan boş zamanlarında buluşup konuşuyorlardı. Sofu bir keresinde bacı ile buluşmaya giderken yolun kıyısında kocaman bir nar bahçesi gördü. Bahçenin ne duvarı, ne bekçisi ne koruyucusu vardı. Hemen bahçeye daldı. Kimse görmeden bahçeden birkaç nar kopardı. Yakalanırım korkusu ile acele davranıp ağacın birkaç dalını kırdı. Ama ne kimse geldi, ne de sordu. Sofu narları toplayıp bacı ile buluşacakları yere gitti. Henüz bacı gelmemişti. Narları bir tabağa koydu. Masanın üzerine yerleştirdi. Bacının gelmesini bekledi. Nitekim bir süre sonra bacı geldi. Ne varki narları görmesine karşın hiç ilgilenmedi. Oysa sofu bacının narları görüp ilgilenmesini, sevinmesini bekliyordu. Bacı her zamanki gibi yerine oturdu. O zaman sofu dayanamadı. Bacıya narları gösterdi. Bacı; “Bunları nerden aldın?” diye sordu. Sofu narları nerden kopardığını söyledi. Bunun üzerine bacı: “Beni düşündüğün için sağol. Ama o bahçenin yerini, varlığını ben de biliyorum. Canım isteseydi, gidip bende alabilirdim. Şimdi benim canım istemiyor. Bu narlar burada boşuna çürüyecek. Başkalarının hakkını boşuna çürütmüş olacağız. Gelirken öğrendim. Narları koparırken bahçeye zarar vermeyebilirdin. Burada kimse senden bir şey kaçırmıyor ki… Bunca süredir Rıza şehrinde yaşıyorsun. Bu şehirde Rızalıkla her şeyin serbest olduğunu bilmeliydin. Şimdi anlıyorum, sen bu şehre layık değilsin.” Bunları söyledikten sonra bacı sofuyu bırakıp gitti. Görevlilere söylemiş olacak ki, görevliler sofunun yaptıklarını divana bildirdiler. Divan sofunun durumunu tartıştı. Sonunda sofunun Rıza Şehrine uyamayacağına karar verdi. Bunun üzerine görevliler dünyalı sofuyu şehirden attılar…

 

Rıza Şehri, günümüz dünyasındaki insanlara; gelecekte insanlığın zorun ve zorbalığın olmadığı, eşitlikçi, paylaşımcı anlayışla, saygı ve sevgi dolu bir yaşantının da olabileceğinin ütopyasını anlatıyor. Günümüzde bu ütopyayı bütün dünyada yaşayan insanlar için kurgulamak gerekmektedir.  Yüzyılımızın ozanı da bu düşü bakın nasıl yorumluyor. Aşık İbreti;

 

 

 

Bir Şah olsam hükmeylesem cihana

Kilise, mescidi yıkar giderdim

Okullar yapardım bütün insana

Cehaleti kökten söker giderdim.

 

Ozan İbreti, gücü elinde bulunduranların, insanların temiz duygularını dini söylemlerle manipüle ederek eğitimden ve bilimden uzaklaştırdığını söyler. Cahil bırakılanların, öbür dünyanın zenginlikleri vaadiyle bu dünyadan açlığa şükredeninsanlara kapitalizm ihtiyaç duyar. Bütün insanlığı ayırmadan, aç, susuz bırakmadan, bütün dünyayı dostluk ve kardeşlik temelinde barış içerisinde yaşatmayı düşler. Sömürüye karşı duran İbreti;

Ayrı gayrı devlet icap etmezdi

Dünyaya bir bayrak diker giderdim…

Dünyadaki insanlığın din, ırk, mezhep, cinsiyet ayrımı yapılarak bölünüp yönetilmesine  onay vermez. İnsanlar isterse böyle bir dünyanın kurulacağını aşık Daimi;

Kainatın aynasıyım,

Madem ki ben bir insanım.

Hakk’ın varlık deryasıyım,

Madem ki ben bir insanım…

Evrenin merkezine insanı koyan Daimi Dede, Hakk’ın  insandan olduğu dünyanın nimetlerinin yalnız insanlara ait olmadığını fakat bunun hakkaniyetliliğin insandan olması gerektiğini söyler.

  Aleviler, insanın her sosyolojik evriminde, her yeni sınıfsal yapılanmasında ve toplumsal yaşamında insan gibi yaşamayı savunmuşlar. İnsanlığın asırlardır uğrunda savaşlar verdiği eşitlik, barış ve kardeşlik duygu ve düşüncelerini  belleklerinden hiç yok etmemişler. İnsanın insanda kusur aramadığı, insanların ihtiyacından fazlasını alıyor olmasının haram olduğu, barış, kardeşliğin ve dostluğun evrenselleştiği, doğa ve insana saygılı, özgürce bir yaşamda, bütün insanlığın buluşması umuduyla… 28.11.2023