KADINLAR

Kadınlar, tarihin ilk dönemlerinden itibaren erkeklerle birlikte sosyal hayatın birçok değişik kademesinde yer almışlar ve çeşitli görevler üstlenmişlerdir. İnsanlığın neslinin devamlılığı, bir arada yaşaması, aile ve topluluk olmanın ana nedeninin kadın erkek ilişkisinin rızalarıyla oluşan olgulardır. Tarihsel süreçte meydana gelen değişim ve dönüşümlerle, sosyal sorun ve sosyal rol kavramları değişikliğe uğramıştır. Kadınlar biyolojik yapıları gereği, erkeklere göre daha zayıf ve narin bir yapıdadırlar. Kadınların, fiziki gücün zayıflığından dolayı erkekler gücünü öne çıkarıp bir üstünlük olarak görmektedirler. Ayrıca kadınlar, cinsiyetlerinin yanı sıra hayatın her alanında, renk, ırk, dil, inanç, sosyal statü gibi başka pek çok sebeple de şiddete ve baskıya maruz kalmaktadırlar. Yaşadığımız bu çağda, dünya genelinde toplumların birçoğunun sosyal yapısı içerisinde “kadın” ve “kadınrolleri” nin büyük bir çoğunluğu sosyal sorun başlığı altında değerlendirilmektedir.

Kadınlar, insanlığın toplumsal yaşamaya başladığından beri, kendi yaşamlarını çocuklarına, ailesine adamış, dolayısıyla toplumsallaşmaya katkı sunmuşlardır.  Bu adadığı değerleri daha üstte tutan kadınlar, her koşulda kendi ayakları üzerinde durarak bütün benliğiyle toplumun umudu olmuşlardır. Kadının fedakârca davranışından dolayı tarihsel olarak toplumlar, onu çocuklara anne yaptı, tanrıça yaptı, köle yaptı, büyücü yaptı, fahişe yaptı, ev kadını yaptı, tarlada rençber, fabrikada işçi, içki masalarına meze, medyada manken ve sonunda bu son asırda ancak erkeklerle eşit ve özgür yaptı.  Kadınlar, ataerkil toplumsal yapı tarafında  hertürlü şiddete reva görülerek, onur ve haysiyeti ile oynanıp, incitildiler.

Bu genel değerlendirme, dünyadaki bütün uluslara mensup toplumların büyük çoğunluğunda tarihsel olarak yaşandığını geçmiş tarihsel bilgilerden ediniyoruz. Tabii ki bütün toplumların kadınları aynı şeyleri yaşamamış olabilirler. Farklılıkların olduğu muhakkaktır. Örneğin Alevi erkekler, belirlenen toplumsal aşağılayıcı rolleri kadınlara pek uygun görmediler ve yaşatmadılar. Çünkü Alevilerin toplumsal oluşum felsefesi kadın ve erkeğin eşit ortaklığı üzerine kurulmuştur. Bu müşterek hayat anlayışı kadınların, toplumsal cinsiyet rollere göre ayrılmasına ve haksız rollerin yaşatılmasına engeldir. Onun için Aleviler, gönül rahatlığı ile her toplumsal üretim biçiminde kendilerine ilke edindiği “Bizde kadın erkek eşittir” sözüne sahip olmaları ve toplumsal ahlak yasasını koruyup, yaşatmalarından kaynaklanmaktadır. Bu kıymetli ilkenin hep devam edeceğine güvenimiz tamdır.

Alevilerin, kendilerini çevreleyen, bilinen peygamberli ve kitaplı dinlere mensup toplulukların hiçbirinde bulunmayan eşitlik ilkesini nereden aldılar, bilinmemektedir. Fakat hiçbir kültür ve gelenek aniden ortaya çıkmaz, mutlaka bir geçmişe sahip olması gerekir.  Bu kültürel ilkenin nereden ve ne zaman başlatıldığını saptamak için atalar kültürüne doğru geriye bakmamız gerekir. Bunun için de bilimler çerçevesinde yapılan arkeolojik, tarihsel, sosyolojik, antropolojik ve teolojik çalışmalardan yararlanmamız gerekecektir. Araştırmaların oluşturduğu arşiv bilgilerine bakılırsa ilk insanların efsanevi anlatılardaki bilgilerin, evrenin kaos bir  ortamda olduğunu yorumlamışlar. Bu kaos ortamını tanrıçalar ve tanrılar kozmosa çevirdiler ve daha sonra kozmogeni gökyüzü, yeryüzü ve tüm varlıklar oluşturuldu.

İçerisinde ritüellerin ve bazı ezberletilmiş efsanevi anlatılarla, sözlü olarak taşınan Aleviliğin, kendi atalar  inancının ne olduğu ve bu inançta kadınların rolünü bilimsel araştırmaların verilerinden yola çıkarak anlatmaya çalışacağız.

Yaratılış miti (kozmogonik mit)

İnsanoğlu düşünme yeteneği geliştikçe kendisinden önce çevresinde görebildikleri varlıkların, varlık nedenlerini sorgular. Sonradan insan olarak kendisinin yaratanını ve nedenlerini araştırma süreci başlar. İlk insanların bilimsel açıklama yapacak durumda olmaması ile evrenin şekillenişini efsanevi olarak yorumlar. “İlkel toplumlarda insanın düşünme modu somuta dönük olup dünyayı algılamadaki referansı doğa üstüdür” (Çınar, 2021: 301). Evrende önce kaos vardı, sonra kozmogoni dönüşmesini farklı efsanelerle anlattılar. Evrenin evrimi hikayeler, mitler ve efsanelerle anlatıldı. Sümer ve Mısır mitolojisinde yaygın olan bu tür anlatılar zamanla önemsenir ve yaygın anlatılara dönüşür. Ayrıca her toplumun mutlaka farklı anlatılar da olsa bir yaratılış efsaneleri vardır. Efsanelerin, hikayelerin korkulu ve güçlü yanları toplumları bir arada topluca yaşamalarını sağlayan bir etkendir. Doğanın ve doğada yaratılan bazı hayvansal yaratıkların (canavar) güçleri, kuvvetleri ve abartılan fizik yapısı, insanların bilinç altlarında korku kültürünü pekiştirir. Abartılan yaratık sembolüne ilahi, bilinmez bir gücün yardım ettiği de anlatılır. Bu görünmez güç genelde sır kabul edilir. Ayrıca cin, peri gibi görünmez güçler kötü insanları veya yanlış yapan insanları takip eder ve cezalandırırlar.  Edindiği bu korku onun daha dikkatli davranmasına ve canavar vari yaratıkların o insanın bilinç altında sürekliliği sağlanmış olur. Bu etkiyi örnek verirsek; Öğretmen din dersinden yaratılış, tanrı ile konu anlatır. Anlattığı konunun etkisini ölçmeye çalışır ve bir deney yapar. Sınıfın bir köşesine küçük potalardan yirmi tane yaptırır. Her potanın altına bir öğrencisinin ismini yazar. Başka bir gün küçük toplardan öğrencilere dağıtır. Potanın karşı tarafına geçin ve beş metreden herkes elindeki topu isminin olduğu potaya atmasını ister. Ben sınıfta olmayacağım. Ben lavaboya gideceğim siz atın. Öğrenciler topları baskete atmaya zorlanıyor olacaklar ki uyanık çocuklar gidip elleriyle topları baskete atarlar, diğerleri de hiç uğraşmaz götürür atarlar. Öğretmen geldiğinde topların tamamının basketlere atıldığını görür. Aferin çocuklar der. Deneyi tekrar etmek isteyerek, ben tekrar dışarı çıkacağım fakat şuraya bir koltuk koyacağım bu koltukta biri var siz onu göremezsiniz, o sizi gözetleyecek ve kimin ne yaptığını bana söyleyecek, ona göre dikkat edin der ve gider. On dakika sonra geldiğinde bir iki öğrencinin dışında hiçbir öğrenci topu baskete atamamış. Atanlar da tesadüfen tutturabilmişlerdir. İşte o görülmeyen, bilinmeyen güçten çekinen öğrenciler, hile yapmaktan kaçınmışlardır.

Bu yaratılışla ilgili örnek bir efsaneyi, Halikarnas Balıkçısı’ndan özetleyerek anlatırsak; Bir zamanlar yeryüzünün toprakları, gökler ve denizler karışık imişler. Bu bir kaos hali imiş. Fakat nereden geldiği belli olmayan tanrısal bir müzik ötmüş ve yerler, gökler ve denizler bir evren yaratmak üzere birbirinden ayrılmışlar. Bu gizemli müzik aynı zamanda Ürinom ’un ruhunun doğduğunu ilan etmiş. Başlangıçta Üçlek tanrıçasının adı bu imiş. Onun simgesi tam ay imiş. O bütün varlığı kapsarmış ve yalnızmış. Yalnızlıktan usanan Kybele elini ovuşturmuş ve avucunda Ofiyon yılanı çıkmış. Ürinom ya da Una merak edip onunla aşıkdaşlığa girişmiş. Birbirine sarılıp yuvarlanmışlar ve bu yuvarlanmadan dağlar, tepeler, akarsular, bir sürü tuhaf böcekler, hayvanlar ve denizlerde balıklar oluşmuş. Ürinom bu yılanla yaptığı işten utanmış ve onu öldürmüş ve onu toprağın altına göndermiş. Kendi gölgesine Haketa ve yılana ölüm adını vermiş. Ölü yılanın dişlerini yeryüzüne ekmiş, bunlarda çobanlar ve at yetiştiricileri çıkmış bunlar toprağı sürmeyi bilmezmiş. Yine de Urinom gökte, denizlerde, yeryüzünde yaşamaya devam ediyormuş. Urinom’un Yeryüzündeki adı Rhea’ imiş ve nefesi taze çimenler gibi kokarmış, gözleri kehribar renginde imiş (Balıkçısı,1996:43). Anadolu coğrafi bölgesinde anlatılan yaratılış efsanesi, farklı coğrafi bölgelerde farklılaşabilmektedir. İnsanın doğayı ve doğal olayları anlamlandıramaması, doğanın ürkütücü gücü sahip kılmaktadır. Korkular yumağı karşısında insanların sürekli canlı kalma isteği, doğanın zor koşullarına karşı bir arada beraber yaşamak zorunluluğunu dayatmıştır.

İnsanın Yaratılış Öyküsü

Kaos içerisinde bir yapıdan evrenin bütün ayrıntıları ile yaratılmasının ana aktörü tanrıça olarak anlatılır. Dünyanın hareket sisteminin ancak ilahi güçlerle yönlendirildiği sanılıyor ve kadınların da bu ilahi kuvvetlerle özdeş olduğu düşünülmüştür. Kadınların doğurganlık özelliğinden, kendi nesillerini, yaratan olarak gördükleri kadını kutsadıkları ve bir tapınma kültüne dönüştürerek, ilk inanç sisteminin oluşmasını mantıksal çözümüne ulaştırmıştır. Kadın kendi neslinin devamı, kadının bedensel yapısına bağlı olması, kadını, erkek bakış açısına göre yüceltmektedir. (Campbell, 2006: 83,86). Yine başka bir yaratılış efsanesinde Ana Tanrıça, Oğlu Enki’ye; kalk çamur getir ve ona insan şekli ver. Diye emreder. Dilmun’da yaşamını sürdüren Anatanrıça ailesi, oğlu Enki’ye tanrılara hizmet etsin diye insan yaratmasını buyurur. Enki tembellik yapar, keyfine bakar ve bolca uyur vaziyettedir. Tanrıça Nammu, derin uykuda olan Enki’ye;

-Oğlum divandan kalk ve zekanın eserini ortaya koy, tanrılara işlerini görecek hizmetçiler yarat… Akıllı Enki yerinden doğrulur,

– “Anne, bu elbette yapılabilir ”der.

-Enki” gidip dünyanın dibinden, su dolu uçurumun hemen yüzeyinden bir avuç çamur al ve ona kalp biçimini ver. İyi ve muhteşem ustalara o çamura doğru yoğunluğu verdirteceğim. Ve o zaman gövdenin biçimini siz verirsiniz. Sizin üstünüzde toprak ana, eşim tanrıça doğuruyor olacak ve sekiz doğum tanrıçası ona yardım edecek. Yani doğanın kaderini siz çizeceksiniz. Toprak ana onun üstündeki tanrıların imgesini belirleyecek ve o insan olacak” Nanmu önce kalbi yaptı sonra gövdeye ve koluna bacağına biçim verdi (Campbell, 2015: 119). Enki ve ustaların şekil vermesiyle oluşturulan insan iskelet yapısına can verme ve kaderini belirleme işini Ana tanrıçanın  yapabileceği belirtilmektedir. Ben bedenine şekil verdim Anne gel sen de can verirsin! der. Ana Tanrıçanın nefes vermesiyle insanlar oluşmuş olurlar.

Sümerolog Çığ, yaptığı okumalarında, bu kadar misyon yüklenen Tanrıçanın aynı zamanda İlk insanın yaratılmasında yaratan metaforu olarak “Ana Tanrıça” kabul gördüğünü belirten Sümer dönemine ait tablet çözümlemesinde;

Dipsiz suyun çamurunu karıştır,

Kol ve bacakları meydana getir,

Ey annem! yeni doğanın kaderini söyle,

İşte o, bir insan”.

İlk çağların İnsanları yaygın dinsel inancı, kadın doğurganlığına ilahi bir misyon yükleyerek oluşturduğu “Ana Tanrıça” metaforu tarafından yaratıldığına inanılıyordu. Çok tanrılı pagan inançlarında, tablet yazıları, heykel ve diğer arkeolojik kazılarda bu veriler elde edilerek bilim insanları bu senteze varmaktadırlar.Orta Doğu bölgesinde oluşturulan ana tanrıça kültü, zamanla Anadolu topraklarını etkisine alarak, MÖ. 2000 yılına kadar etkisini sürdürmüştür (Yolcu, 2014: 72). Bu ilk çağların   yaygın inancı olarak dünyanın birçok yerinde yaşayan toplumları da etkisi altına aldığı bilinmektedir. Bu yaratılış efsaneleri, insanların akli yeteneğine göre yarattığı efsanelerdir. Yaratılış efsaneleri  tartışmalı konular olduğundan hangi yaratılış efsanesi doğru olduğu inançlara göre değişiklik gösterir.

Diğer bir yaratılış efsanesi şu anda yaygın olan ve bütün kitaplı dinlerin ortaklaştığı noktalardan biridir. Bu yaratılış efsanesine göre, Adem ve Havva, İbrahimi dinlerin yaratılış efsanesine göre Tanrı ilk önce “erkek” yarattı, sonra da kadını yaratır. İnsanlığın özünde tek bir aile olduğu ve herkesin tek bir çift orijinal atadan geldiği inancının merkezinde yer alırlar. Dinler birbirinin devamı olarak birbirinden kopya ederler. Yahudilik veya İslam’da tutulmasa da Hristiyanlıkta önemli inançlar olan insanın düşüşü ve orijinal günah öğretilerinin temelini oluştururlar. Bu efsanevi anlatıların insanın hayal gücünün ürünü olduğunu söyleyen Harabi Baba, yaratılma  kurgusunun insanın eseri olduğunda bahseder;

Daha Allah ile cihan yoğiken

Biz anı var edip ilan eyledik

Hakk’a layık hiçbir mekan yoğiken

Hanemize aldık mihman eyledik

Kendisinin henüz ismi yok idi

İsmi şöyle dursun cismi yok idi

Hiçbir kıyafeti resmi yok idi

Şekil verip tıpkı insan eyledik

Tanrı, topraktan çamur yapar ve insan şekli verir. İşte bu insan Âdem’ dir. Sonra Adem’in burun deliklerinde, Adem’e ruh üfler. Yalnız kalan Adem’e bir eş, arkadaş yaratmayı düşünerek bir insan daha yaratmak ister. Ama yaratacağı insanın Adem’den farklı ve onun emrinde olması gerekir diye düşler. Onun için Âdem derin uykuda iken onun bir kaburgasını alır ve ona insan şekli verir. Tanrı “yardımcı” olarak Havva’yı yaratmış olur. Kadın ve erkeğin bulunduğu cennet bahçesinde yaşamaya başlarlar. Ölümsüz olan bu iki insan cennetin meyveleri ile beslenmektedirler. Fakat bu bahçede yasaklanan bir meyve ağacı vardır. ondan meyve yemeleri yasaktır.

Cennette bulunan hayvanların içinde en kurnazı yılandır. Kurnaz bir hayvan olarak tanımlanan yılan ve kadın arasındaki diyalogla başlatılır.  Yılan yasak ağaçtaki meyveyi yemesini ister, Havva’da meyveyi Adem’e ikram eder. Tanrı, yasak meyvenin suç olduğundan olayın faillerini cezalandırır. Suçun başlangıcı gereği önce yılana, sonra kadına ve nihayet erkeğe verilir. Tanrı yılanın üzerine ilahi bir lanet yerleştirir. Kadın, kendisini iki temel rolde etkileyen cezalar alır. Doğurganlık sırasında sancılar, doğum sırasında ağrılar yaşayacak ve kocasını arzularken kocası ona hükmedecektir. Bu güzelim ortamdan cezalandırılan çiftin emirlere uymadıklarından cezalandırıldıklarını Harabi Baba;

Âdem ile Havva birlik idiler

Ne güzel bir mekân bulduk dediler

Cennetin içinde buğday yediler

Sürdük bir tarafa puyan eyledik

Bahçe öyküsü, Tanrı, Âdem ve Havva’yı bahçeden sürgün ederek yeryüzüne gönderir. Sürgün için verilen sebep, adamın hayat ağacından yemek yemesini ve ölümsüz olmasını engellemekti: “İşte, Adam iyiyi ve kötüyü bilmekle bizden biri oldu.

Bu iki ayrı versiyonlu efsanevi anlatılardan ana tanrıça ve Âdem, Havva anlatı türü tartışılmalı konulardır. Bunlar gibi farklı kültürel geleneklerce anlatılan efsanevi hikayeler çoktur. Tarım üretiminin ve aletlerin gelişmesine uygun olarak geleneksel yapı da değişikliğe uğrar. Mülkiyetin   soyluların eline geçmesine paralel, tapınaklar ve ziyaretlerdeki sevk ve idare de enek din adamlarının eline geçer.  Yaratılış efsaneleri ters yüz edilir. Dini kitapların ortak kabulü ile yaratılış efsanesi, Allah ilk önce Adem’i yaratır ve Adem’in kaburgasından da kadını yaratmıştır diye teorize edilir.

Bu toplumsal erkin el değiştirme süreci, yaratılış efsanesinin değişikliği ile başlar. Ekonomik gücü elinde tutan erkeklerin, ilahi gücü elinde tutan kadınların elinden almasıdır. Bu süre aynı zamanda kadınların elinde ne varsa elinden alma ve erkek tahakkümüne kadınları sokma projesinin de başlangıcıdır.  Efsaneler daha sonra kadınların hâkim olduğu pagan inancında anaerkil ahlak kuralları diğer Adem’le başlatılan yaratılış efsanesi ataerkil toplum yapısına dönüşmesinden sonra her şeyi erkek egemenliği altına alır.

Ana tanrıça efsanesi ve ataerkil anlatılar, herhangi bir dayanaktan yoksun olduğundan doğruluğu kanıtlanamaz. Anlatı olarak kulaktan kulağa akan bu yaratılış efsanelerine Yunus Emre’de katılır. Yunus, daha gökyüzü ve yeryüzü yok iken o kozmos içerisinde insanı oluşturulacak tözden bahseder. Bu düşünme tarzı diyalektik bir yaklaşım tarzıdır. Çarkı felek adlı şiirinde betimlediği şey, Çark-ı felek kelimesi Farsça “çerh” ve Arapça “felek” kelimelerinin birleşiminden ortaya çıkmıştır. Çerh kelimesinin Farsçada tekerlek, çark, felek ve gökyüzü gibi anlamları bulunmaktadır. Eski Türkçede “çığr”, Sanskritçede “çakra” kelimeleri ile benzerlik göstermektedir (Gümüştekin,2011:108). Felek kelimesi ise gökyüzü, kader, talih, gök katmanı ve yörünge gibi anlamlara sahiptir. Svastikanın dört kolu, dört kozmik gücü (ateş, su, hava, toprak) simgelemektedir. Anadolu kültüründe aynı zamanda çarkıfelek motifi olarak da bilinmektedir (Altın, 2019:23-54). Alevilik dünya görüşünde dört ana sır denilen ve canlı tüm organizmaları yaratan ve de yaşatan temel maddeleri Yunus şiirinde işler. Bunların dördü de can verir ve dördü de öldürür. İnsanların yaratılış efsanesini şiirlerinde insanı, sevgiyi ve aşkı işleyen şiirleri ile açıklık getirir. Yunus, devamcısı ozanlar da, Yunus’undünya görüşü doğrultusunda devam ettirmişlerdir.

Çark-ı felek yok idi

Canlarımız var iken

Biz o vakit dost idik

Azrail ağyar iken

Nice yıllar biz anda

Cem idik can kanında

Hakikat aleminde

Marifet söyler iken

Çalap aşkı candaydı

Bu bilişlik andaydı

Adem Havva kandaydı

Biz onunla yar iken

Ne oğul vardı ne kız

Ervah idik orda biz

Yunus dosttan haber ver

Aşk ile göyner iken

Komün Yaşamında Kadınlar

 İnsan toplulukları, kendilerine miras bırakılan herhangi bir bilgi ve deney mirasından yoksundur.  Kendi yaşamı ve neslinin geleceği aklını kullanma becerisine bağlı bir canlı olmasından başka ciddi bir yeteneği yoktu. Aklını kullanabilmesi, yaşama tutunabilmesi için tek şansıydı. Ancak bu zor ve vahşi doğa koşulları ortamında aklını kullanmaktan başka kendisine yardımcı olacak hiçbir şeyi yoktur. Doğanın ağır yaşam koşullarında birinin diğerinde üstün olmasının düşünülmesi beklenemez. İmkansızlık, çaresizlik konusunda kadın erkek eşitti. Çünkü her ikisi beraberce, doğanın acımasız kurallarına karşı ortak olarak mücadele etmeleri zorunluydu. Her yeni sınama ve tesadüfü eylem onlar için pratik, yeni bir deneyim kazanıyordu. Campbell’in deyimiyle “İnsanın yaptığı her çalışma gerçek bir meraktan, bir oyundan kaynaklanır”. Aklı, onu hayvanları takip edip beslenme yöntemini öğretir. Ağaç dallarındaki meyveler sayesinde uzun süre beslenme sorunu hal edilmiş olur. Artık diğer hayvanlarda insanların farklı olduğunun da başlangıcı oluşmaya başlar. Bu ağaçların meyvelerini seçmeye ve başka tür meyveleri denemeye başlayan insan toplayıcılıkla geçim yolunu öğrenmiş olur.

Bugünkü insanlığın tükettiği, doğada hazır bulunan meyve ve sebzelerin sağlıklı ve faydalı olduklarını öğrenmek ve zehirli olandan ayırmak için belki de binlerce insanın ölmesi bedeliyle, doğru olan öğrenilmiştir. Mevsimsel yetişen yiyecek kaynaklarının tüketimi ile hayatta kalmasını sağlar.  Toplayıcıyla beslenme tarzı ayrıca çocuğuna uygun yiyecek bulma sorunu da annenin görevi olur. Aile olgusu henüz oluşmadığı için anneler çocuklarının temel sorumlusuydu. Yiyecek toplama işi, erkeğin işi olan avcılıktan farklı olsa da aynı derecede değerli kabul edilir. Sonra bu kültür, kadınların ekonomik ve dolayısıyla da politik katkısının yüksek olduğu bir toplayıcı topluma işaret ettiğini belirtmektedir. Bu kadınların erkekler tarafından baskı altına alınmadığı anayerli bir toplumdur (Berktay, 2021: 47).

İnsanlar mağaraları, ağaç kovuklarını korunmak, barınmak için kullanıyorlardı. Zehirli olmayan otsu yiyecekler ve ağaç dallarındaki meyveler temel geçim kaynaklarıydı. Vahşi hayvan saldırılarına karşı gruplar halinde hareket etmek zorunluluğunu doğa onlara öğretmişti. Çünkü kalabalık gruplara vahşi hayvanlar yaklaşamıyorlardı. Yiyecekleri de stoklamadıklarından sürekli yer değiştirerek besinlere ulaşıyorlardı. Tecrübeli yaşlılar grubun güvenli dolaşmasını kolaylaştırıyor ve tehlikelere karşı korumaktaydılar.

Doğanın öğretici olması ya da insanların doğal yapıyı gözleyerek öğrenmesi, bilimsel araştırmalarla saptanmış bir olgudur. İnsanlar, vahşi etçilleri gözlemleyerek yakaladığı avı parçalayıp yemesini taklit ederek, etçilde beslenmesini öğrenir. Oklarla, sırıklarla, taşlarla öldürücü aletler yaparak işini kolaylaştırır. Vahşi hayvanlara ve avlarının gücü karşısında zayıf kalan insan gücü, bu tür basit aletlerin yanı sıra moral desteğine de ihtiyaç duyar ki,  kadınların yaptığı büyülerle av daha basitçe avlayacağına inanır.  Av bütün grup tarafında ortak tüketilen bir ziyafet malzemesi olur.

Anayerli toplumunda kadın ve erkekler;

  1. Doğaya karşı kadınlar ve erkekler beraberce mücadele etmektedir.
  2. Kadın –Erkek cinsiyet farkının fazla bir önemi yoktu. Kadın erkek eşittir.
  3. Beceri ve liyakatle görev bölümü vardır.
  4. Toplumsal yapı içerisinde sosyal ilişkilerde kadın daha fazla rol alır.
  5. Neslin sürekliliği ve uzun süre çocukların büyütülmesi işi annenindi.

Kadınların emeğinin belirleyiciliği çok barizdi.

  1. Yaşamın örgütlenmesinde her iki cinste deneyimlerini paylaşmaktadır.
  2. Kadın doğurganlığı ile neslini devam ettirir, erkek av peşinde olup yiyecek tedarikindedir.
  3. Aile kavramı gelişmemiş olup ortak yaşam sürdürülür.
  4. Otçul beslenen insan, etle beslenmeyi de öğrenir.

 Üretkenliğin ve Bereketin Sembolü Kadın;

 İlk insanlar toplayıcılık ve basit aletlerle yaptıkları avcılıkla beslenip, ağaç oyukları ve sonrada mağaraları kendilerine mekân edinerek doğal yaşam koşullarına karşı güçlü olanlarla hayatı sürdürmüşler. Vahşi hayvanları mağarada uzak tutmaya ve avlanma ile meşgul olan erkeklere bazı kadınlar fiziki durumları gereği eşlik edemez ve mağarada kalarak mağarada bebeğini ve çocuklarını besleme ve koruma sorumluluğunu doğal olarak iş edinirler. Mağara önlerinden yedikleri bitkilerin çekirdekleri toprağa karışarak belli bir süre sonra filizlendiğini fark eden kadınlar olmuşlar. Bilimsel veriler, yaşadıkları mağara önlerini kendilerine bostan ekerek bahçe kültürünün yaratıcısı kadınlar olduklarına işaret ederler. Kadınların bu buluşları üretimin ve dolaysıyla yaşantının gün geçtikçe kolaylaşmasını sağlamıştır. Ayrıca kadınlar, beslenme bağlamında toplayıcı kültür, yabani bitkilerin tarımını yaparak ya da evcilleştirilmiş hayvanları yetiştirerek, çoğaltarak tarım ve hayvancılıkta çığır açmıştır (Özgüç ve Tümertekin, 2019: 43).

İnsanların daha iyi bir yaşam ve gelecek için verdikleri mücadele sürecini, Mircea Eliade “Beslemeye yönelik bitkileri ilk kez kadın yetiştirmiştir. Tabii ki, toprağın ve hasadın sahibi haline gelen odur. Kadının büyüsel-dinsel prestiji ve buna bağlı olarak toplumsal üstünlüğü, kozmik bir modele sahip olan Toprak Ana (Akt. Berktay, 2021: 52) konumuna taşır.  Kadınların icadı sayesinde dünya insanlığın en usta becerisi olan Tarım devrimi, Mezopotamya’dan başlatılmıştır. Mezopotamya’nın devamı olan Anadolu’da süreç içerisinde yayılıp genişlemiştir. Bu görüşe antropolog Çınar’da,

Bu yaşam tarzı “bitki ve hayvanların evcilleşmesinin ortaya çıktığı neolitik döneme kadar yani bundan 10.000 yıl öncesine kadar sürer” (Çınar, 2021: 368).  Bahçe kültürünün yaratıcısı kadın, ileride dünyada bütün insanlığın yaralanacağı bir devrimin kapısını aralamıştır.  İnsanlığı tarım devrimine taşıyan kadını süreç kadını doğurganlığı ile toprağa benzetildiğinde Tanrıça statüsüne taşıyacaktır. ‘Neolitik Devri’ sonrasında toprağın doğurganlığı örnek alınarak kadının ‘Ana Tanrıça’ statüsünü sürdürdüğü anlaşılmaktadır. Sümer ilahilerinden birinde, “Baharda evrene bereket getirmek için doğa tanrının dişil zihniyetli dağı döllemesi ve bunun sonucunda Dicle nehrinin coşması yeryüzünün yeşillenmesi coşkulu bir biçimde anlatılır” olarak Kramer’in bu görüşünü Cıbıroğlu ’da desteklemektedir. (Kramer, 1999: 239; Cıbıroğlu, 2004:13).

İlk insanlar, etçil hayvan türlerinde bir başka canlıyı öldürerek hayatta kalabilme ve karnını doyurabilme gerçekliğini ve avcılığı öğrenmiştir. Deneme yanılma yöntemiyle avının koşan, yüzen ya da uçan türüne göre araç gereç geliştirecektir. Avın büyük hayvanlardan seçilmesi avlanmasını güçlendirmede toplumu doyurmak için tercih edilen av türüdür. Zor olanı başarmak için erkek, kadının sihirli gücüne ihtiyaç duyar. Burada kadının etkileyici yapısı ve büyüleyici yapısının bazı hayvanların avlanmasını kolaylaştıracaklarına inanılır. Çok güç avlanma durumu olduğunda, Kadınlar iri ve yırtıcı hayvanı canlandırabildiklerini ve büyüleri sayesinde öğretmen olan kadınlar ‘Leoparı’ öldürüp kurbanlarını kurtarmayı başardığına göre ondan korkmadığını da kanıtlamış olurlar (Eliade, 2022:142). Erkeklerin bu avcılık eylemi kadının yapacağı büyünün etkisiyle daha kolay olacağına inanılmıştır. Kadınların kendilerine saldıran yırtıcı hayvanlar, şeytani varlıklar, bahtsızlık vb. durumlarda korunmalarına imkân veren müstehcenliğin büyüsel gücüne inanılır (Eliade, 2022: 140). Erkeklerin bu avcılık eylemine kadının yapacağı büyünün etkisiyle avın doğallığını ve dengesini bozup, adeta avcılara teslim olacağı düşünülür.

Mağarada sakladıkları evcilleşmiş koyun ve sığır türlerini mağaralarda tutarlar. Bu hayvanlara ve çocuklara saldıran vahşi yırtıcı hayvanlara karşı kadınlar, yüzüne ve vücuduna sürdüğü çamurlar ve dans ederken çıkardığı seslerden leoparlar korkar ve uzaklaşırlar.  Artık dansta başarılı av partilerinin şenliklerinde bir eğlence ritüeli olur.

Kadınların insan hayatına katacakları yeni şeyleri S.N. Kramer “kırk bin yıl önce ipi bularak doğada olmayan yeni bir nesne türüyle ön-neolitik dönemin de kapısını aralamış” olacağını yazar. Çamuru pişirerek, küp ve kap gibi besin depolarını yapması ile avda eli boş dönen erkeğin yemek ve açlık sorununu, kadın topladığı ya da sakladığı besinlerle çözer. Kadınların tarım faaliyetlerini ilk başlatan olduğunu söyleyen antropologlara göre, fiziksel gücü gereği vahşi ortamda avlanmaya erkeklerin daha yatkın olması, kadının doğada yerleşim yerine yakın yerlerde yaptığı toplayıcı görevi devam ettirmesine bağlamıştır.  (Darga, 2013: 44; Berktay, 2021: 48). Kadınların sihirli ve etkileyici gücü, tarımda yaptığı beceri onu bilgeliğe götüren bir süreç olur. Vahşi bitkileri aşılaması, yenilecek hale getirmesi, ekerek ürün çoğaltması, yenebilecek bitkileri seçme yeteneği, otlarda ilaç yapma uğraşı onun toprak ana denmesinin ayrıntıları olur. Otları ezerek, karıştırıp yapmış olduğu merhemi kendi eliyle yaralara sürüp, yarayı iyileştirmesi onu derman ana yapar.

Dünyaya Benzetilen Toprak Ana:

İlk insanlar, kadınlar ve erkeklerle arkadaş, sevgili gibi yaşarlar. Sevişme ve cinsellik dürtüsünü oyunun bir parçası düşünür. Çocuk doğumunda erkeğin rolü bilinmez. Kadın -erkek beraberliğinde, kadının hamile kalması durumu, erkeğe bir rol biçmeden yalnızca kadın becerisi ve ilahi bir durum olarak değerlendirilir. Kadın doğum yapması ile bebekle annesi arasında sevgi dolu bir duygusal bağ oluşur. Kendi bedeninin parçası olarak değerlendirilen bebek ve doğurduğu bebeğini kendi sütünde besler. Kadının cinsiyetinin farklılığı, erkekte saygınlık, minnettarlık ve onu koruma duygusunu geliştirir. Kadının bu halini dünyaya yani toprak ana ile özdeş tutulması, sırrına erilmeyen, korku duyulan ve erkeklerin düşünce dünyasında, sırrına erilmeyen yeni bir paradigma oluşur.  İnsan, gelişimini en geç tamamlayan canlı türü olması nedeniyle korunmaya, beslenmeye ihtiyaç duyar. Erkeğin doğurgan olmaması kadının farkındalığını öne çıkarmıştır. Asırlarca süren kadınların bu gerçekliği, kaybolmaz ve Alevilerin düşün dünyasından yaşatılır. Meluli, Latife mahlası ile kadınlar adına yazdığı şiirinde, kadının doğurganlıktaki rolünü ve önemini öne çıkarır:

Bu dünyanın temelini

Kurup yoğuran ben idim

Hiç yok iken Âdem nesli

Adem’i doğuran bendim…

Canlıların en gelişmişi olan insan, yaşama tutunmasını yalnız başaramaz. Bebeğin uzun süre bakıma muhtaç oluşu, anneyi en fazla ilgilendiren, bakıcı konumda tutar. Çocuğa verilen emek ,biyolojik yakınlık ve çocukla kurulan ortak duygusal bağ sonunda, annenin yaşaması için gayret gösterdiği varlığa kaç yaşında olursa olsun her zaman ilk günkü gibi şefkat ve korumacı duygularla yaklaşmasını yaratmaktadır. Anneyi çocuğuna bağlayan asıl nedenlerin başında emek gelir. Dolayısıyla annelik duygusunun yaşanması için bebek ve kadın arasında kan bağı olması bir zorunluluk olarak değerlendirilemez. Anne ve çocuk arasında oluşan bu bağ, ikisi de ölene kadar devam eden şefkat ve sevgiyle yoğurulan, örülen bir aşk duvarıdır.   Her çocuk için anne ilk yaşam öğretmenidir.  Ona ilk sesleri, konuşarak, ninniler, şarkılar söyleyen ve hikâye, masal anlatandır. Diğer çocuklara hayata dair davranış kalıplarını ve ahlak ölçülerini öğreterek sosyalleşmesini sağlayarak, topluma uyum sağlayan bir düzeye getirendir. Kadınlar iyiyi, kötüyü, doğruyu yanlışı, güzeli ve çirkini başka bir söyleyişle, çocuğa yaşam için ne gerekiyorsa onu öğreten ilk öğretmendir. Dolaysıyla toplum içerisinde oyunlarla, şarkılarla, sevinç ve ağıtlarla sesli ve vücut diliyle anlatan kadınlardır. Toplumların birbiriyle bağ kurmasının, sosyalleşmesinin ve kültür aktarımının ana aktarıcısı dildir. Toplumsal ahlak, adaletin ve paylaşımcı yaşamın ilk mimarları kadınlardır. Tabii ki bunları yazarken erkeklerin hiç emeklerinin olmadığı, çocuklarına bir şeyler öğretmediği anlamı çıkmaz. Fakat yaşam koşulları gereği kadın erkek arasında doğal olarak oluşan iş bölümü sonucu anne daha çok çocuklarla uğraşır. Bu günümüzde de hala doğal iş bölümünün bir devamı olarak sürdürülür.

Toplumsal birliğin sağlanmasında bazı temel etkenler vardır. Efsaneler, inanç, sanat, paylaşım ve her türlü kültürel yapının gelişmesini ve kültürel transferi sağlayan araçların başında dil gelir. Yalnız yaşayarak insan neslinin sürekliliğini sağlayamayacak bilinçte olduğu için insanlar, sosyalleşmek ve toplumsal yaşamak zorundadırlar. Toplumların birbiriyle bağ kurmasının, sosyalleşmesinin ve kültür birikimin ana aktarıcısı dildir. Dil medeniyeti ve teknolojinin gelişmesinin temel öğesidir. Saussure’nin belirttiği gibi “Dil hem ayrımsal hem de ilişkisel anlam sistemidir” (Hitchcock, 2020: 67). Dil aracılığıyla sevgi ve şefkatle toplumsal kaynaşma sağlayıp, toplumun yaşama tutunmasını öğrettiğini belirten Çınar “Toplumsal ve sosyal varlık olmamızın temel formu dil sayesindedir. Dil yalnızca iletişimi sağlamaz aynı zamanda kendi geleneğini barındıran ve dünyaya kurduğumuz ve kavradığımız bir ortam sağladığını anlatır” (Çınar, 2021; 283).

Kadınlar, hayata dair ne biliyorsa,bunların içerisinde bildiklerini kendi çocuklarına öğretir. Bazı şeyleri kendi bilmiyorsa bir bilenden öğrenmesini sağlar. Bu ilişki toplum olarak becerileri ve kalkınmayı sağlayan etkenler olur. Ayrıca çocukların yetenekleri gelişmiş olur. Kadınlar, kendi yaptıkları el işi ve gereç yapmayı toplumun fertlerine öğretme ihtiyacı hisseder. Özellikle genç kızlar bu imal etme ve öğretme işine yönlendirilir. Killi topraklardan yaptıkları erzak ve yiyecek kapları, süs eşyaları, renkli taşlardan ve ağaçlardan, kemikten yaptıkları süs eşyaları deriden yapılan ayakkabılar, yiyecek ve gıda saklanması için deriden yapılan torbalar, kıl çadırlar ve vazoların yapımında kadınların emeği olduğu kabul görmüştür (Cıbıroğlu, 2004: 36).

İlk insanların mağaralarda çizdikleri resimlerinde efsanevi ve yaşadığı deneyimlerle çizmişlerdir. Çeşitli araç-gereç resimleri, efsanevi kahramanlık resimleri ve kocaman bir canavarın nasıl öldürüldüğü çizimlerle görselleştirmişler. Çizilen bu sembolik resimler, gelecek nesiller için bilgi kaynağı niteliği taşır. Aynı zamanda semboller onların hayatlarını kolaylaştıracak ipuçlarını da taşımaktadır. Semboller, inançları, inançlarla beraber, sosyal yapı ve yaşayış şekillerinin birleşmesi sonucu hikâyeleri, efsaneleri ve mitolojileri doğurmaktadır. Bu tür değerler zamanla toplumsallaşmada çimento görevi görüp topluca yaşayıp, yeni kültürel değer yaratmanın ön adımları olur. Aslında mağara resimleri ve yapılan aletler günümüzde sanatın ve teknolojik yapının ilk kültürel atalarıdırlar. Yapılan resim, heykeller ve çeşitli figürler, gelecek nesillerin işini dahada kolaylaştıran ve onun üzerinde dahada modern olan bir sanat tarihi yaratmayı başarmıştır.

Bilim dünyası, ilk insan gruplarından neolitik döneme kadar, yapılan antropolojik değerlendirmelerde, kadınların bu dönemde yaptığı faaliyetlerde insanlığın geleceği önüne bir çığır açtıklarının önemini aktarmaktadır. Kadının doğurganlık, hem de sosyal hayata kattığı değerleri öne çıkartmaktadır.  İnsanlar onu beslendiği, barındığı ve korunduğu dünyaya benzetmiştir. Toplumsal düzeni kuran ve düzenleyen insanı sosyalleştiren güçlü ve sihirli ilahi bir güce dönüştürüp ‘Ana Tanrıça’ yüceliğine çıkartmıştır (Umar, 1999: 2). Darga’da kadının cinselliğinden gelen gücünün tarih öncesi çağ insanı üzerinde tanrılaştıracak kadar önemli olduğu sonucuna varmak pek yanlış olmayacaktır. O döneme kadar olan kültürel birikimler sonucu ‘Ana Tanrıça’ inanç kültünün de bu şekilde başladığına işaret etmektedir (Darga, 2013: 43). Bu kabulleniş, insanlara psikolojik bir rahatlama sağlayarak, tanrıların onları denetlediğini düşünür ve, tanrıların beğenisini kazanacak uygun davranış ve ahlak kuralları oluşturmuşlar.

Kadının bu öne çıkarılma kültü, Anadolu’daki yer altı bulgularıyla, üreme ve verimlilik anlamında yapılan kadın figürlü heykelcikler bu dönemde ‘Ana Tanrıça’ kültünün oluştuğunun kanıtı olarak gösterilmektedir. Bu tür figürlü heykelcikler özellikle Anadolu ve Mezopotamya yer altı kazı çalışmalarından binlercesi bulunmuştur. Bunların ya bereket simgesi, doğurganlık simgesi soyut bir kadın kavramına ileri çağlarda Ana Tanrıça tapınma doğanın bereket ve doğurganlığını kutsallaştırma amacıyla ya da doğurganlığın bereketi sağlayacağı birer uğur, büyü oldukları inancıyla yapıldığı sanılmaktadır (Umar, 1999: 2).  Kadınların doğurganlığı, bilgeliği, kanaat önderliği, eğitimciliği, faziletli oluşu ve adil davranması ve de büyüleriyle av hayvanlarını etkilediği sanılması, kültürel yaratıcılığı, dilin yaratıcısı olan, ailenin temel direği sayılan kadınlar, ‘Ana Tanrıça’ statüsüne yüceltilmiştir.

Ana tanrıça, kültünün toplumlarla kabulü ve yaygınlaşması, kadınların da toplum içerisinde sosyal ilişkilerde ve kamusal alanda itibarını artırmıştır. Kamusal ilişkilerde en az erkekler kadar etkin olan, yasalar karşısında erkekler kadar haklara sahip ve eşit oldukları yazılı belgelerde mevcuttur. Anadolu’da yazının bulunması, ticaretin gelişmesi,  devlet geleneğinin oluşmuş olması, yeni icatların ortaya çıkması ile Sümerlerin etkileri görülmektedir. Hesap, yazı, bilgelik tanrıçası kadın olmuştur. Yazı okulunda, ıslak kil tabletler üzerine yazı yazmayı öğrenen öğrenciler yazı tanrıçasına teşekkür eden ilahiler okur, ozan krallar ilahilerde yazıyı tanrıçadan öğrenmiş olmalarıyla övünmüşlerdir (Cıbıroğlu, 2004: 14).Darga, “Kadının yaşamın her alanında yer aldığını göstermektedir. Kadın bedeni, doğurganlığında olsa gerek, insan neslinin sürekliliğini, doğurduğu bebeğini göğüslerindeki sütle besleyip hayata katan kadın, bu yüzden kutsallaştırılmayı hak etmesi normal sayılır”. Dönemin heykelcikleri ya da pişmiş topraktan yapılan betimlemelerde de görüldüğü gibi besleyen ve her şeye hâkim olan, bütün yaratıkların koruyucusu kimliği altındaki kutsal ‘Ana Tanrıçaya’ dönüştürülür (Darga, 2013:49). Doğurduğu çocuğu kendi sütü kesilene kadar doyuran kadın, dünya gibi geniş ve iri vücutlu çok şeye hâkim ve hükmeden figürlerle anlatılır.

Ana Tanrıça İçin Tapınaklar  

İnsan nüfusunun artması, toplulukların çoğalması ile ana tanrıça efsaneleri çoğalmış ve farklılaşmaktaydı. Bunu farklılaşmanın önüne geçmek için ana tanrıça adına birer tapınak yapıp kurumsallaştırmak gereği duyulmuştur. İnsanların birlikteliğini sağlamak için kendilerini var ettiklerine inanılan Ana Tanrıçaya mekanlar oluşturup, ona hizmet etmek gerekliliği duyulur. Bu mekanlarda Ana tanrıça başta olmak üzere onlara hizmet edip, onlara hizmetlerini göstermeleri ve onlara beslenecek yemekler vermek için mekanların zorunluluğunu hissederler. Kozmogoni içerisinde yer tanrısı, gök tanrıları ve ana tanrıça, gezegen ve yıldızlara misyonlar yükleyerek ilahlaştırırlar. Campbell, “Önce dünyayı yaptılar, yeraltıyla birlikte sonra da gökyüzünü, dünyayı canlı bir kadın biçiminde yaptılar ve ona anne dediler. Gökyüzünü erkek biçiminde yaptılar, ona baba dediler. Erkeğin yüzü yere, kadının yüzü göğe dönüktü. Erkek babamız ve kadın annemizdir(Campbell, 2006: 251).

Ana tanrıça ’nın mekânı olacak yerlerin, başta Ana Tanrıça olmak üzere bütün tanrıların oturup toplanacağı ve dünyadaki yaşamla ilgili kararlar almaları için tapınaklar yapılır. Dünyada dini inançları için yapılan tapınaklar Ziyaretlerdir. Ziyaretler dünyanın ilk mimari yapılarından olup, Sümerlerce yapımına başlanır. Busink; “M.Ö. 4000 yıllarında, Mezopotamya’da yaşamış (Sümerler, Akadlar, Elamlar, Babiller, Asurlar) toplulukların, tanrılarına yakın olmak için inşa ettikleri yapılardır. Zigguratlar ın tepesi düzdür, üzerinde tapınak ya da türbe bulunur. Halk burada seremoniler yaparlardı. Bu yerlerde tanrıların bulunduğuna inanılırdı.”(Busink.1970: 91). Mevsim döngülerinden önce Ana Tanrıça ve gök tanrısının buluşup dünya üzerinde olması gereken durumun kararlarını verdiklerine inanılırdı. Tanrıçalarına yakın olacak, tanrıçaların gelip kalacağı, konaklayıp dünyayı ve insanı gözetlerlerdi. Ziyaretlerden sonra yapımına başlanan tapınaklarda kadınların sorumluluğu altında olup erkeklerin girmesi yasak olacaktır. Yeryüzünü temsilen Ana tanrıça ve Gök tanrıları ve yer altı tanrılarının buluşma meclisi olacağı Panteon alanı, tanrı ve tanrıçaların dinlenme ve beslenme odalarınında bulunduğu ziyaret yerleridir. Tapınak içerisinde tanrıçaya ve tanrılara kurbanlar kesmek için sunak yapmanın Tanrıça için en kutsal bir görev olduğunu düşünürler. Ziyaretler, açıkça evrenin direğini simgeliyor, yer ve gök güçlerinin yaşam üreten ritüel evlilikleri buralarda gerçekleşiyordu.

Ziyaretler, aynı zamanda birer kamusal alan olup, kadınlar sorumluluğunda herkesin yararlanacağı ortak mekanlardır. Merkez sayılan ziyaretler, birer eğitim merkezleri kabul edildiğinde, çeşitli el işi, meslek, sanat dallarında dersler verilirdi. Astronomik çalışma başta olmak üzere birçok bilimsel çalışmaların yürütüldüğü mekanlardı.  Hayvanları çoğaltmak ve korumak, tarlalarda ve bahçelerde ürün elde etmek ana tanrıça için yapılır ve her şey onundu. İnsanlar yalnızca hizmetçilerdi. Onun için hasat zamanı ürünler bu ziyaretlerde toplanır ve herkesin ihtiyacına göre eşit dağıtılırdı. Kalan ürünler, hazineye vergi gibi bırakılırdı. Vergiler buralarda depolanırdı. Hasat sonrası ziyaretlerde festivaller yapılır, eğlenilirdi. 5 günlük ilave tatil ve festival haftasında zaman evrenine ruhsal enerjinin boşaldığı kutsal bir aralığı temsil etmekteydi. Kutsal bayram ve şölen günleriydi (Campbell, 2006:165). Dünyanın merkezin sayılan ziyaretler, bir dağ, bir Ağaç veya bir temel direğin simgesi çok yaygındır. (Eliade,2022:53). Ziyaretler kutsallığı olup, tüm sorumluluk kadınlarındı. İnanna, İştar ve Kibele gibi evrensel aşk ve bereket tanrıçalarının onlara çocuk, hayvan, tarım ürünleri, av hayvanları vb. gibi ürünler, savaş ganimetleri, şans ve zafer verdiklerine inanılmıştır. Bütün erkekler âşık oldukları kadınların yüreğine merhamet verilsin diye onlara yalvarmışlardır. (Cıbıroğlu, 2004: 23).

Ziyaretlerin tepeleri aynı zamanda tanrıların ve tanrıçaların cem olma mekanlarıdır. Buradaki yapılan panteonlarda ceza alan ya da eksik görev yapıp cezalandırılan tanrı cezalandırılır. Tanrıça ve tanrıların ziyaret tepelerindeki yapmış oldukları panteon toplantılarında sorunlar, sorumluluklar, şikayetler tartışılır ve çözümler aranır, hata yapan tanrı ve tanrıça panteonlarda atılıp, yer altına gönderilir.  Tanrı ve tanrıçaları insana benzetildiklerinden yaşamlarında onların yaptıklarının düşlediklerinin benzerini yaparlar. Tanrıların panteon toplantılarını insanlar da yapmaya başlar. Kadınların ve erkeklerin yaptığı ortak toplantıda yılın değerlendirmesi yapılır ve suç işleyenler cezalandırılır.

Bu tören Alevilerin görgü cem törenlerinde düşkünlerin toplumda uzaklaştırılmasını andırır. Cemlerde hata yapan, suçlu olan cezalandırılır veya toplum dışına atılır.

Bu toplantıların yürütülmesinin sembolü olarak Ana Tanrıça ile birbirine düşman olarak iki vahşi yaratığı barış, dostluk ve kardeşlik içerisinde yaşamasını simge olarak heykellerle sembolize ederler. Anadolu’da farklı tarihsel dönemlerde isimleri ve önemi azaltılarak yüzlerce değişik adlarda anılırlar. Bunların en belirgin olanları Artemis, Kibele, Kubaba, Afroid, Nike, Hestia, Demeter, Nanşe, Persephone ve Dumuzi sayılabilinir. Daha sonraki zamanlarda, örneğin 13.yüzyılın başlarında, ana tanrıçayı temsilen Alevilerden sorumlu Hacı Bektaş’ın ev sahibi, Fatma Bacı, (Kutlu Melek veya Kadıncık Ana) gelmektedir. Ayrıca geleneksel Alevi kültüründe sürekliliği günümüzde de devam eden meşhur Sarı kız efsanevi anlatısı Alevilerin inancının önemli figürüdür. Menakıpnamelerde anlatıldığına göre, Hacı Bektaş Rum diyarına uçarak gelir. Anadolu toprakları üzerinde Güvercin donunda uçan Hacı Bektaş’ı, elli bin Rum ereni göremez!  O havada uçan eri bir tek kadıncık Ananın gördüğü yazılıdır (Gölpınarlı,1958:8). Bu anlatı bile Kadının erenlerin sorumlusu bir ermiş Ananın, ilahi bir kudret sahibi olduğunu anlatır. Bu sembolik yapı ataerkil toplumsal yapılanma süreci içerisinde geçirdiği evrelerden sonra Hacı Bektaş-ı Veli ile sembolize edilecektir.

  

Sümerolog İlmiye Çığ’ın çözümlediği tabletlerin birinde, fakir fukaranın, kimsesizlerin, zor durumda olanların yardımına koşan, tamamen toplumsal adaleti sağladığına inanılan tanrıça için, Sümer hakimiyetinin sürdüğü ‘Lağaş’ ta Tanrıça Nanşe Tapınağında çıkan tablette: sosyal adaletin temsilcisi tanrıçası Nanşe için;

Öksüzleri bilen duaları bilen

 İnsanın insana yaptığı zulmü de bilen

 Öksüzlerin annesidir o

 Nanşe dulları koruyan

Fakirleri haktanır olan

Sığınanlara kucak açan

Güçsüzlere barınak bulan kraliçedir.

Genellikle bütün anneler, merhametli, şefkatli ve faziletlidirler. Dualarında isteklerinde kendine istediği kadar da komşusuna, tanıdığına fakire, fukaraya isterler. Alevilerde ziyaretlerde ettikleri dualarda Hakk ’tan isteklerini kurda, kuşa, fakire fukaraya darda kalana ve muhtaç olanlara yardım diler, sonra da kendine ve ailesine yardım edilmesini isterler.

 Birçok Tanrıçaya benzer övgüler dizen ilahilere rastlanır.  Bu kutsal yerler aynı zamanda birer sosyalleşme alanı olup, çocuk eğitimi, kültürel faaliyetler ve dini ritüeller buralarda gerçekleşirdi. Orta Doğu bölgesinde oluşturulan ana tanrıça kültü, zamanla Anadolu topraklarını etkisine alarak, MÖ. 2000 yılına kadar etkisini sürdürmüştür.

Kutsal ziyaretlerde ve tapınaklarda genelde giriş kapılarının önüne konulduğu tahmin edilen tabletlerin birinde Ana tanrıçanın vasıflarını yazmaktadırlar.

Bir tapınaktan çıkartılan tablette, Hitit’ler ilahisinde kadın;

Sen Arena’nın güneş tanrıçası!  Tanrılar arasında yücesin!

Senin tanrısallığın tanrılar arasında yüceltilmiştir.

Adaletin tanrıçası sensin!

Gökte ve yerde krallığı kurarsın  

Yakınmaları duyarsın

Ülkelerde kutsanan bir tanrıçasın!

Her ülkenin babası ve anasısın  

En eski tanrılar arasında da kutsanırsın(Çığ, 2012: 45).

Yaratılıp geleceği belirlenen insanın beslenme ve gelecek için rızkının nasıl verildiği de yine tanrıçanın görevi içindedir. Yaratılış efsanesinin de doğruluğuna, erkeklerin hiçbir itirazına rastlanmaz ve doğru kabul edilmiştir. Bu kabulleniş, insanlara psikolojik bir rahatlama sağlayarak, sosyal ilişkilerde uyumu kolaylaştırır. İlkel toplumlarda insanın düşünme modu somuta dönük olduğunda, pratik yaşamlarında bu kadar beceriyi kadında somutlarlar.  Bilimsel hiçbir boyutun olmadığı dönemde, doğa karşısında sürekli korkuları ve kaygıları ile ilgili kaynakları ve de dünyanın ontolojik nedenin referansı daima doğaüstü güçleri oluşturmuştur.

Proto-Hattiler zamanından beri Anadolu panteonun baş tanrıçası olan Arinna güneş tanrıçası da Hatti devletinin koruyucu tanrısı idi. Eski imparatorluklar devrinden kalan tablette yarı tanrı- krala şu emirler verilmektedir:

Yoksul ve kimsesizleri doyur.

Hastalara bak. Onlara ekmek ve su ver.

Eğer sıcaktan bunalıyorlarsa serin yere götür.

 Soğuktan büzülüyorlarsa sıcak yere götür.

 Kralın kulları tazyikten ölmesinler.

Onların kanını intikamını esirlerden al.

Aça ekmek, kimsesize yağ ver çıplağı giydir (Günaltay, 1987:124).

Tapınaklarda yapılacak her türlü tanrısal faaliyeti tanrıçanın bileceği düşünülmüştür. Tapınaklara girmek, tanrılara yiyecek sunmak, içecek sunmak bunların; “Tapınan kadın ya da kutsal rahibe gibi bir sınıfı temsil etmiş olan kadınların görevleridir.” Daha sonraları ana tanrıçaya hizmet için küçük yaşta erkek çocuklar veya enenmiş erkekler de hizmet için tapınaklara alınırdı.

Tanrılar ve tanrıçaların arasında en sosyal olanı Tanrıçadır. Sosyal adaleti ve toplumsal düzen onun etkisiyle ve emriyle düzenlenir. Tanrıça, yarattıklarından sorumlu olup, onların rızkını verendir. İnsanları doğuran ve doyuran, sinirlenmeyen, kavga etmeyen, bağışlayan, barışçı, ‘Ana Tanrıça’ dan bağışlanma ve şefaat beklentilerini de; Çığ’ ın bir çözümlemesinde ise;

“Bağışlayan Kadınım benim,

Yatışabilen kadınım, öfkelenmeyen kadınım

Kendini yatıştırmaya bırakan kadınım,

Nimetlerini veren kadınım, bağışlayan kadınım, bağışlayan kadınım,

Öfkelenmeyen kadınım, nimetlerini bağışlayan kadınım….

Tabiat olayları insanın iradesi dışında kendi doğallığı içerisinde yürür. Kuraklık ve doğal afetler sürecinde doğaya hükmedemeyen ve doğal olaylara bir anlam yükleyemediği için ancak bunu, kendisinin Ana Tanrıçaya karşı görevini yapmadığı veya eksik yaptığı için kendinde arar. Doğal olayları tanrıçanın kızgınlığının bir işareti olarak algılayarak, sırrına eremeyen, ondan korkan, ona itaatli davranıp ona şükredip adaklar, kurbanlar sunarak onun bolluk ve bereketinden yararlanmak için birçok ritüeller geliştirmesiyle, zamanla algısı, çeşitli inançlar ve dinlerin gelişmesinin önünü açmış olurlar.

Tarihsel geçmişini özetlediğimiz geleneksel ziyaret kültü inancı, günümüzde Anadol’unun birçok yerinde varlığına devam ettirilen özel bir inanç geleneğidir. Ziyaret kültünü bilmeyen ya da ona düşmanlık eden bazıları oraları yıkıp, zarar vermişlerdir. Bir kısmı da yağmur, kar ve depremlerin etkisiyle orijinalliğini yitirmişlerdir.  Alevi yolunu, diğer kabul gören peygamberli dinlerden ayıran ana etkenlerin bir tanesi de ziyaret kültüdür diyebiliriz.

Anadolu coğrafyasında binlerce ziyaret yerleri vardır. Birbirlerine efsanevi ve fiziki olarak benzerlik göstermese de ritüeller ve inanç teorileri aynıdır. Türkçeleştirilmiş büyük oranda Müslüman kadın isimlerinin takıldığı yeni isimlerle varlığını sürdürmektedir. Sarı Kız, Buyer Baba (Göl), Bağır Ziyareti, Sülbüs Dağı, Jele dağı Ziyareti, Zundali Ziyareti, Ana Fatma Ziyareti, Gül Dede Ziyareti gibi onlarca ziyaretlere her gün yüzlerce kurban kesilip, adaklar sunulmaktadır. Bu son bölümü kısaca özetlersek;

Anayerli Yaşam kültüründe Kadınlar

 Kadınlar, insan neslinin devamını doğurganlığı ile sağlarlar.

  1. Kadınlar, bahçe kültürü ile başlayan tarım devriminin mimarlarıdırlar.
  2. İp, örgü, küp benzeri araçların mucitleri olup, nedensellik ilkesini geliştirmenin

önünü açanlardır.

  1. Hayvanların evcilleşmesini erkeklerden daha fazla sağlamışlardır.
  2. Kadınlar, çocuklarına konuşmayı, ninni, oyun, dans öğreten ilk öğretmendir.
  3. Öğreterek, paylaşarak, dayanışması ve faziletli davranışları ile ilk sosyalleşmeyi sağlayandır.
  4. Sosyal rollerde erkeklerden daha fazla rol alan ve toplumsal ahlak kurallarını belirleyendir.
  5. Doğal cinsiyet ayrımı gereği, liyakat esasında erkeklerden daha fazla çalışırlar.
  6. Bereketin ve bolluğun temsilcisi olup, kanaat önderi ve rol dağıtıcısıdır.
  7. Sosyal ilişkiler, kadın erkek eşitliği temelinde yürütülür.
  8. Büyü yapması, geleceği okuması ile bilgelik vasfı yüklenmiş ve toplumun kanaat önderidirler.
  9. Ziyaretler Ana tanrıça adına oluşturulan, tanrıların cem olma ve insanların sosyal ve kültürel etkinliklerin yapıldığı yerlerdir.
  10. Ziyaretler, tanrı ve tanrıçalara duaların yapıldığı, bolluk, bereket ve yardım istendiği, ayrıca şefaat ve merhamet istenen birer kadın tapım merkezleri ve kutsal inanç mekanlarıdır.

Ataerkil Toplum Yapısının İnşasında Kadınlar

 Klanlar, kabile toplulukları halinde yaşayan insanlar, kendilerince sahiplendikleri arazi parçalarını bizim bölgemiz diye sahiplenirler. Bu bölgelerde toplayıcılık ve tarım yapmaktaydılar. Her Klanın, imkanları ve gelişmeleri diğer bir klandan farklı olabilmekteydi. Bazı küçük gruplarda diğer çalışan, toplayan klanların ürünlerini çalarak geçimini sağlamaktaydılar. Zamanla kabilelerde ürünü koruma, bahçesini ve evcil hayvanlarını koruması gündeme gelir, bekçi, korucu grupları oluşturulur. Korucular, buralar bizimdir diyen soyluların emrinde çalışmaya başlarlar. Bu olgu, mülkiyet edinmenin başlangıcı ve sınıflı toplumun nüveleriydi. Erkeklerin sınırı ve besinleri koruma için oluşturulan koruyucu ve asker yapılanmasına ana tanrıça ahlak yasalarına ve toplumsal yasaları pek uymuyordu. Bu durumda tapınaklarda yetiştirilen rahipler soyluların imdadına yetişirler. Rahiplerde soylularla iş birliği yaparak yasaları değiştirmeye başlarlar.

Toplumsal yaşamı yeniden tasarlayıp, yeni bir rol değişikliği ve yeniden üretim sürecine sokan din adamları ataerkil toplumun yapısının mimarları olurlar. Toplumun uyması gereken kuralları ilahi referansla yazıp, uygulama başlatmışlardır. Referansını ilahi kuvvetlerden alan ataerkil yapılanma kendisine Sümer efsanevi anlatılardan panteon toplantılarından Ana tanrıçanın hataları sonucu cezalandırılmak istenmesi hikayelerinden örneklerle kendisine haklı taban oluşturmaya çalışır. Bunlardan örnek olarak tanrıça İnanna kocası Dumuzi ve erkek kardeşleri ile güçlü tanrı olan babasına karşı mücadele ederler. Ekonomik sistemi değiştirmek istenmesi ile kadınlar ve erkekler arasında mücadele başlar. Daha da sonra bu mücadele kitaplı ve peygamberli dinler döneminde ise bu anlatı, Âdem ve Havva ile başlayan yaratılış, Havva’nın Adem’i kandırması, yasak meyve yemeleri ile cennetten kovulurlar. Havva’nın işlediği suçtan dolayı bütün kadınlar suçun cezasını çekecekler şeklinde kâhinlik yaparlar. Bütün kadınlar cezalandırılmasının ilahi referansı bulunmuş olur. Böylelikle dinler ve inançlar, üretimi eline geçiren erkeklerin lehine rolleri değişiklik göstererek sürekli kadın erkek çıkar çatışmasının başlangıcı olacaktır. Müslüman din alimi Pazarlı bu dönem için; “ilk çağı buna taklit ve gelenek çağı diyebiliriz. Bu çağda insan zihni henüz gelişmemiş, düşünce henüz olgunluk çağına ulaşamamıştır. Fertler basit idrakler ve tasavvurlarla işlerler. İlim ve medeniyet gelişmemiştir. İnançlarla tasavvurlar henüz ayrılmamıştır. Bu çağ, düşünmeden tahlil ve tenkit etmeden inanma çağıdır. Gördüğü ve tanıdığı kadar inanmak ve tapmak devridir olarak ata erkil dönemin yapısının doğruluğuna onay verir. (Pazarlı,1972:23)

Tapınaklar için bağış ve vergilendirme sistemi yasaları erkekler lehine değiştirilmiştir. Godelier’ye göre oluşturulan yeni din yapısı; “Kendi söylediklerinin tek kelimesine bile inanmayan rahiplerin cahil halkı kandırıp egemenliklerini sürdürmek için uydurduğu yalanlardan ibarettir” şeklinde değerlenmeden bulunur. Ortak yaşam alanında, kadın ve erkeğin eşitliği kaybolmuş ve kadınların gelecekleri rahiplerin ve soyluların ilahi yorumlarına kalmıştır. İlahi bilgi artık tapınak rahiplerinin tekelinde olduğu aşamada, yazı ve ekonomide, seçkinler tarafından yürütülmüştür. Kendi elleriyle oluşturdukları, değerli bir ideolojik araç oluşturulur. Onlar, ilahi bir güç adına ana tanrıçalardan aldıkları bildirimleri, erkeklerin lehine olacak tarzda yazmışlar. Stanley Diamond, “Böylelikle olayların resmi, değişmez ve kalıcı bir versiyonunun elde edilmesi mümkün olmuştur. Yazıcılar ve rahipler vergilendirdikleri, baskı altına aldıkları ve aldattıklarının tutumlarını yansıtan kayıtlar bırakmaya da hiç hevesli değillerdi” şeklinde aktarmaktadır (Berktay, 2021; 57). Tapınak görevlisi rahibeler, kutsal fahişeye dönüştürülerek meslekler, okullar kadınlara yasaklanmış ve tapınağın dinsel işlevlerinin dışında bırakılmışlardır. Bunun anlamı kadınların üretim, dil, din ve kültür dışında bırakılma düşüncesidir.   Bu aynı zamanda kadının cinsiyetine karşı yapılan bir saldırıdır.  Bu değişikliği Merlin Stone, “kadınların toplumsal konumuyla ilgili sıralamalarda atılan ilk adım, dinsel işlevleri onların tekelinden çıkarmak olmuştur” şeklinde yorumlar. Bu vurgudan da anlaşılacak olan temel düşünce, erkeklerin iktidar alanlarının başında dini tapınak rahiplerinin olduğudur. Metafizik düşüncenin temelinde sorgulamanın yasaklanarak oluşturulan yeni ideolojik yapısıyla, erkekleri öne çıkaran bir dini inanç sistemi ile sosyal, siyasal, ekonominin yönetimi ve kontrolünü ele alıp günümüze kadar sürekliliğini sağlamışlardır.

Cıbıroğlu bu süreci şu şekilde özetler; Devletlerin ortaya çıkmasıyla, dinsel inanç ve mitoslardaki ilk önce ana tanrıça figürünün önemi azaltılmıştır.  Ana Tanrıça, egemen erkek yöneticinin yanında bir eş olarak, kadının öznelliği elinden alınarak ikincil plana itilmiştir. Kutsal birleşme ve yıllık bereket törenleri ve üreme ile ilgili düşüncelerde değişmeye gidilmiştir. Artık Tapınaklar, devlet, ordu, yargı, ekonomi, üretim, tapınak erglerinin eline geçmiştir. Yaratılış efsanesi değiştirilerek ters düz edilir. Bundan sonra çocuğum dediği insanı yaratan anne değildir. Anne, yalnızca karnına ekilen tohumu besleyip büyütendir. Çocuğu yaratan, tohumu onun içine koyandır. Kadın, bir yabancı olarak başka bir yabancının tohumunu taşır algısı geliştirilip, kadınlara da kabul ettirilir. Kadınlar zorlada olsa düşürüldükleri bu durumu kanıksar ve  kendi hemcins çocukları da bu kalıba göre yetiştirir.

Anayerli inançların, ritüellerin ve değerlerin, toplumsal yapının ataerkile dönüşmesi ile doğayı ve ana tanrıça adı altında kadınların bedenine saldırı olarak algılamak gerekir. Ataerkil toplumsal yapısı aynı zamanda doğaya ve doğaya ait her şeyin erkeğin emrine verilmesinin ve tekçi algı dayatmanın başlangıcıdır, diyebiliriz. Erkek egemen toplum yapısında, kadınlar farklı coğrafyalarda yaşasalar da kaderleri ve yaşadıkları birbirine benzerlik gösteren baskılara maruz kalırlar. Dünyanın birçok yerinde sürdürülen ataerkil toplumsal yapılar için kadınlar, yaşam alanında uzaklaştırılarak, alınıp satılmış ve köleleştirilmiştir. Dünya kadınlarının tamamı köleliği yaşamamıştır fakat köleliği yaşamış Sojourner Truth “Bir erkek kadar çalışıp, bulabildiğimde bir erkek kadar yiyebilirdim ve kırbaca da dayanabilirdim! Ve ben kadın değil miyim? On üç çocuk doğurdum ve çoğumun köleliğe satıldığını gördüm ve anne tasasıyla ağladığımda beni İsa’dan başka kimse duymadı! Ve ben kadın değil miyim?” der.

Ataerkil toplumda buna uygun devlet yapısı kurmayı kadını tahakküm altına alarak başarmıştır. Bu tahakküm, aslında kadının doğurganlık ve erkek bedenine göre daha güçsüz olmasındandır. Aslında bu durum erkek süper ego zihin yapısından olup, kadın bedenine bir saldırıdır. Edilgen bir konuma düşürülen kadınların, ekonomik ve politik yapının içerisinde etkisi olmayacaktır. Kadın bedeni, başta olmak üzere her şeyin kontrolü erkeğin elindedir. Erkeğin onuru ve gururu kadına teslim edilip, kadın cinselliği üzerindeki toplumsal denetimin ahlaki boyutu ise namus kavramıyla ifade edilir. Erkeklerin kadınların cinselliğini ve üreme yetilerini denetleme hakları vardır. Kadınların böyle bir hakkı söz konusu değildir. Erkekler insanlar ile tanrı arasındaki ilişkiyi kuran öznelerdir. Kadınlar Tanrı’ya erkekler aracılığıyla ulaşırlar.

Derebeylikler, İmparatorluklar Döneminde Kadınların Köleleştirilmesi:

 Ana Tanrıça Kültünün alaşağı edilip, kadınların cadı, fahişe ve büyücü, şeytanlaştırılması ile kadının onuru kırılır. Toprak ağaları ve din adamları ile şekillendirilen köleci sistem, zamanla yasalara, kanunlara dönüşür. Kadının erkeğin emrinde bir meta gibi alınıp satılması normalleştirilir. Toprak işletmesi için kadınlar alınır ve ucuz iş gücü için derebeylere satılır. Kadın köleler erkek kölelere göre fiyatları daha düşüktür. Tarlada, bahçede, hayvan bakımında ve ev hizmetlerinde köleler kullanılır. Zamanla ‘kurnaz’ olan erkek kadının kültürel yaratımlarına el koyarak, bunu erkek baskın bir sisteme dönüştürmüştür. Bilimsel bir boyutu olmasa da, bu durumda şu çıkarsama yapılabilir, kadına göre erkeklerin süper egosunun baskın olduğu veya kadında egonun baskın olmadığı çıkarsaması yapılabilir. Kadınlar, yarattığı değerleri, toplumsal kuralları denetlemeyi, toplumların geleceğini, kendisini ruhen ve bedenen, köleleştirecek bir sürece kurban verdiğini belki uzun yıllar sonra hissetmiştir.

Kadınların kendilerine zincir vurulmasına sessiz kalması, toplumsal doku tahrip edilerek, tamamen değiştirilip kadınların köleleşmesi sürecini başlatır. Bütün köleliklerin yolu kadının bedenine saldırmakla başlamış, kökleştirilen kadının evladı da aynı kaderi paylaşmıştır.  Kadına saldırı, toplumsal kimliği ve örüntüyü parçalamıştır. “Ana Tanrıça” kültü, kadınların en önemli toplumsal dayanağıydı. Soylu asiller ve din rahipleri toplumsal birlikteliğin en önemli kurumu olan dini de kendi denetimine almalarıyla gücü eline geçirdiler. Dinin sınırlayıcı ve yasaklayıcı etkisini kullanarak, ritüelleri erkeklerin menfaatine uygun yapıya getirip, ataerkil yapıyı pekiştirirler.

Erkek egemen düşüncenin ideolojik yapılanması ile yaratılan yeni kültürel yapı zaman içerisinde toplumsal alana tamamen hâkim oldu. Toplumsal yaşam, kölelik biçimlerinin iç içe geçtiği, üst üste çakıştığı birbirini bağladığı bir alan haline geldi. “Kadınlar, cins, sınıf ve ulus olarak en eski kölelerdir. Kadın, klan, kabile, millet ve ulus örgütlenmelerinde toplumun temel harcı rolündedir (Barmak, 2020).  Ataerkil zihniyet, gelecek süreçte kadını devre dışı bırakarak, Toplumsal cinsiyetçiliğin aşılamadığı, erkeğin değişime uğramadığı bir yapı inşa etmiştir. Ataerkil ideoloji, yaratanın her şeyi erkeklerin emrine verdiği algısını kullanır. Kadınlar üzerine kurduğu hegemonyayı, doğaya ait her şey üzerinde kurmaya çalışır. Fiziki gücünü kullanarak üzerinde yaşadığı kendi doğal yapıyı dahi dize getireceğini, temellerine kadar sarsacak aç gözlülüğünü 17.yüzyıl şair Henry Vaughan şiirle dile getirir.

Teslim aldı doğayı;

Yarıp geçtin her yerini;

Kırdım kimsenin dokunamadığı

Mühürlerini;

Rahmini, göğüslerini ve başını,

Yani tüm gizemlerinin saklı olduğu

Yerlerini parçalayıp açtım (Berktay, 2018:184).

Dünyadaki insan topluluklarının tamamı köleci toplum düzenini yaşadı denilemez. Tarihte köleciliğe karşı olmuş ve hiç köle yapmamış topluluklar da vardır. Örneğin Osmanlıların yasalarına göre bir Müslüman köle edilemez diye şeriatın koyduğu yasa vardır. Osmanlıda Şeriat yasalarına göre, doğuştan Müslüman olanlar ve başka bir Müslüman ülkeyle savaşsalar bile onların Müslüman esirlerini köle olamazlardı. Kölelik kurumunun işleyişi sadece gayrimüslim unsurlar neticesinde işlevsellik kazanabiliyordu. Bir Müslüman başka bir Müslümanı köle yapamayacağı gibi kendisi de köle olamazdı. Ayrıca bir köle sahibi olmak için de Müslüman olmak gerekiyordu (Barmak, 2020).

Dünyada keşiflerin başlaması dünyayı tanıma ve dünya üzerindeki nimet ve ganimetlerden yararlanmayı amaçlamaktaydı. Diğer boyutuyla da ticaret amacı taşımaktaydı. Tarlalarda, çiftliklerde çalıştırılmak üzere dünyanın birçok fakir ülkesinde insanlar simsarlarca yakalanıp, köleleştirilip satılmaktaydı. Güçlü kölelerin iyi fiyata satıldığı ortamda kadın köleler çok ucuza satılmaktaydı. Kölelik 19 Haziran 1965 yılında ABD’de kurtuluş günü sayılan bir gün olarak, köleliğin kaldırıldığı gün ilan edilir.

Tarım Toplumu ve feodal ilişkilerde Kadınlar:

Toprağa bağlı üretim ilişkilerinin hâkim olduğu feodal sistemde, kendilerini tanrının vekili olarak gören, yarı tanrı krallar, padişahlar, kiliseler, Papazlar, şeyhülislama bağlı din adamlarının tamamı ve devletin orduları, devlet saraylarını besleyen köylü toplumları olmuşlardır. Feodalizm döneminde insan emeği gücü ve hayvan gücü üretimin en önemli faktörüdür.  Köylülerin topraktan ürettikleri ürünlerin ve hayvansal ürünlerde elde edilen gelirin en az yarısı kadınlara ait olup kadın emeğidir.   Toplumun yapısını belirleyen merkez güç, üretim ilişkileri yönlendiricisi ve sınıfsal farklılığı yaratanlardır. Gücü elinde tutan kuvvet, insanları da cinsiyet ayrımıyla böler ve fiziki gücü az olan kadınları da erkeklerden ayrı tutar. Kadın erkek cinsiyet ayrımının yapıldığı feodal sistemde kadınlar inisiyatifi bir erkeğe bağlanır ve hiçbir hak sahibi olamazlar. Kölelikten kurtulan kadınlar için, kölelikten kurtulmak farklı bir zulüm dönemin başlangıcı sayılır. Orta Çağ karanlık dönemi kadınlara kölelik ve zulüm dönemidir. İmparatorlukların dinle yönetilen monarşik devlet anlayışında kilise yasaları ve şeriat kuralları belirleyicidir. Şeriat kurallarının denetleyicileri ise devlet yetkilileri, dini ulemalar, aşiret reisi ve ağaların belirlediği ortamlarda yaşamışlardır. Zamanla alışılan yaşam şekli pek de yadırganmamıştır. Toplumun ortak kabulü haline gelmiştir.

Osmanlı bir tarım üretiminin hâkim olduğu ekonomik yapısı olup, geliri tarım vergilerinden gelmekteydi. Ana gelir kaynağı tarım üretimiyle karşılanmıştır. Onun için nüfusunun yaklaşık %90’nı köylerde yaşamıştır (Sevinç ve Darvan, 2016). Köylü kadınların hiçbirinin okuma yazması yoktur. Tamamen erkek hegemonyasında olup, bir yere gitmesi gerekirse ev reisinden izin almak zorunda kalmıştır. Kadınlar birçok iş yapmakta ve erkeklerden fazla çalışmak zorundaydılar. Kadınlar, adeta çocuk doğuran ona bakan, evin bütün işlerini yapan, hayvanlara bakıp ve tarlada ırgat gibi çalışandır ancak ücret almamışlardır. Olumsuz bir durumda dayak yemişlerdir. Babasının denetiminde, kocasının denetimine gelen kadını, kocasının her zaman evden kovma veya öldürme tehditti altında yaşamaktaydılar. Kadının geleceği erkeğin iki dudağının arasına sıkıştırılmış sözcüklere bağlanmıştı.

Kadın köle alınıp satılan çağ bitirilmiş olsa bile tarım toplumunda da kadın alınıp, satılan bir metaya dönüşmüştür. Hep denilir ki tarih emek ve sermaye çelişkisi merkezli ezen ve ezilenlerin tarihidir. Bu tarih de ezenlerin yazdırdığı ortak kabuldür. Kadınlar, asırlarca ezilmişliğini dahi dile getirememiş, erkeğin gölgesinde bırakılan bir yaratık gözü ile bakılmıştır.  Simone de Beauvoir’in   Kadın olmak doğal bir gerçek değil, medeniyet tarihinin bir ürünüdür. Yani aslında doğuştan gelmeyen, özünde bulunmayan yani sonradan tanımlanan ve kabul edilen bir yaratım olarak değerlendirerek; “Kadın doğulmaz, kadın olunur” der.

Feodal toplum yapısında kadınlar doğal cinsiyetçi değil toplumsal cinsiyete göre gruplandırılır. Kadınlar, ataerkil kültürün dayattığı uygulamaları kabullenip, sineye çeker. Artık kadınlar içine girdiği bu kalıpta gelecek kız çocukları da bu kalıpta silsile boyu yaşayacaklardı.   Dünyaya gelen çocuklarını cinsiyetine göre kalıplar içerisine sokarak bu yapıya destek verir. Bu kadının giydiği kıyafetlerin rengi, şeklinde başlayan bir toplumsal yapıya uyumlaştırma biçimidir. Örneğin kız çocuklarına pembe kıyafetler giydirilmesi, oyuncaklarının bebek beslemek ve ona bakmak olması, mutfakta yemek yapma ve annesinin günlük yaptığı işleri taklit mahiyetinde oyunlarla, çocuğun gelecekteki yapıya hazırlamaktadır. Bu kamusal alanda dışlanmış kadının içinde yaşadığı kültürü hemcinsine aktarmasıdır. Bu toplumun belirlediği ve annenin kabul ettiği pasif durum ileride kızın boyun eğerek yaşamak zorunda kalmasının bir öğretisidir. Babasına ya da evlenirse kocasına davranma biçimi ve sorumluluk alanlarının sınırları öğretilir. Bir erkeğe sürekli bağlı kalmanın zorunluluğu ve teslimiyeti öğretilir. ‘Kızını dövmeyen dizini döver’ sözü evlenmeden yaşatılır. Dayağı yemenin normal olduğu öğretilir. Kadınlar evlenmeden önce babaya, evlenince de kocaya bağlanması uygun görülür.

Kadının doğurganlığı ve çocuğa bakmak zorunluluğu onun evde kalmasının ve ev işlerine bağlamasının en önemli etkenidir. Doğurgan olmayan, hastalıklı ve marazlı kadınlar çok makbul sayılmazlar. Feodal üretim ilişkilerden özellikle erkek çocuk çok önemsenerek, “düşman kilidi” ve ocak umudu olarak değerlendirilir. Doğurmayan kadınlar uğursuz, hayırsız, zürriyetsiz sayılırlar. Dini referanslarla çocuk doğuran, çalıştırılmaktan başka bir işe yaramadığı kabul edilen, eksik etek kadınlar, hiçbir kişilik hakka sahip olmayıp ya babaya ya da kocaya bağlı bir konuma düşürülmüş ikinci sınıf bir konuma indirgenmişti. Ataerkil toplumsal yapıda kadınların da kabullenmiş oldukları durumu Nazım Hikmet şu dizeleri ile özetler;

bizim kadınlarımız:

korkunç ve mübarek elleri

ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle

anamız, avradımız, yarimiz

ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen

ve soframızdaki yeri

öküzümüzden sonra gelen

ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız

ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki

ve kara sabana koşulan …

Genelde feodal dönemin özetinde kadınların içine düşürüldüğü toplum yapısı anlatır. Kadınlar kendisini bir erkeğe bağlayan kelepçenin nedenini anlamazsa, bu baskı ve sömürülmeden asla kurtulamazlar. Aynı devlet ve imparatorluk coğrafyasında yaşanılsa da bütün toplumsal guruplar aynı durumda değildir. Toplumsal gelenek, inanç ve moderniteye uygun yaşam tarzı olan toplumlarda yukarıda anlatılan kadın paradigmasına uymazlar.

Feodal üretim ilişkilerde Kadınlar:

  • Kadınlar, evlenmeden evvel babaya, evlendikten sora kocaya bağlıdır. Kendisini bir erkek referansının altında saklamak zorundadır.
  • Kızlar çocukken anne tarafında kadınlık moduna sokulur ve pembe kıyafetler, oyuncak bebekler, evcilik oyunları…
  • Kızlar gelin olmadan önce başlık parası karşılığı verilir. Başlık ödeyemeyen evlenemez. Bu kibarca aslında kızın satma işlemidir.
  • Kadın izin almadan evinden ayrılamaz ve yanında bir yakını erkek yoksa yalnız bir yere gidemez.
  • Miras hakkı erkekle eşit olmayıp şeriata göre belirlenir. Evladınızda erkeğe iki dişi pay kadar!” (Nisa süresi;11)
  • Kocası ölen bir kadın, miras dağılmasın diye kayın biraderi veya akrabadan biri ile evlendirilir.
  • Erkek imkanları varsa birden fazla kadınla evlenebilir. Eski eşinden izin alması gerekmez.
  • Olanak varsa erkekler okutulur, fakat kızlar okutulmaz.

Feodal üretim ilişkileri ve Alevi kadınlar:

Anadolu toplulukları içerisinde önemli bir yere sahip Aleviler kendi inançlarında ve toplumsal ilişkilerinde kadının yeri ve önemi diğer dinlere mensup kadınlara göre kıyaslanmayacak kadar farklıdır. Tek eşlilik esastır. Fakat eşlerden birinin ölümü, çocuk olmaması durumunda toplumun rızası ile ikinci evlilik için izin verilir. Alevilikte kadın erkek ayrılığı yalnızca biyolojik bir farklılık olup, toplumsal cinsiyet ayrımı yoktur. Eşlerin gücüne, yeteneğine ve uygunluğuna göre iş ve sorumluluk paylaşılmaktadır.

Genellikle çocuk bakımı, ev işlerinde, tarlada, bahçede, hayvanlarla uğraşta işler, işin doğasına uygun bir iş bölümü kendiliğinde oluşur. Kadınlar, eşinin yanında gücünün yettiği kadarını yapar, ailenin bütün sorunlarında eşler ortak derecede sorumluluk duyarlar. Farklı inançlara mensup kadınlar gibi dini baskıdan dolayı kapanmaları kapanma çeşitliliği ve zorunluluğu yoktur. Hatta kapanan Alevi kadın kınanır ve iyi gözle bakılmaz. Yalnızca bütün kadınların kullandığı ortak kıyafet türü olarak eşarp kullanılır. Diğer inançlarla iç içe yaşanan coğrafyalarda, toplumsal baskıdan dolayı aile reisi olarak erkekler öne çıkar. Bu durumlarda dışarıya karşı kocasının yanında tali planda sorumlu görülür. Eğitim-öğretim olanağı olan yerlerde kız ve erkek çocuklar okula gönderilir. Sürekli saldırı ve baskılara maruz kalan Aleviler, kızların ve kadınların erkekler yokken kendilerini ve çocuklarını savunmaları için kadınlara ata binmek, ateşli silah kullanma ve kendini koruma eğitimi verilir.

İmparatorluğun şeriatla yönetilmesinden kadınların yasal olarak uyması gereken toplumsal uyum yasaları kendi ev ve köylerinde geçerliliği yoktur. Kasaba ve Şehirlere mecburi gidişlerinde her zaman ikinci planda bulunurlar. Bu dönemin sosyal yaşantısını özetlersek;

  • Alevilerde evlilikte tek eşlilik esastır.
  • Kadın yaşamın bir diğer yarısı kabul edilir.
  • Kadın evin ana sorumlusudur.
  • Kadın erkek ev içerisinde eşittirler.
  • Kadınsız sofraya oturulmaz.
  • Kadınsız musahiplik kurulmaz.
  • Kadınsız Cem yapılmaz.
  • Kadınsız toplumsal adalet sağlanmaz.
  • Kadınsız Alevilik olmaz.
  • İmkânı varsa kız, erkek bütün çocuklar okutulur. (Cumhuriyetten önce köylerde okul yoktu, olan yerlerde de toplumsal baskıdan dolayı kızlar okutulmazdı).
  • Kadın aileyi temsil hakkına sahiptir. Kararlar ortak verilir.
  • Kadın ve erkek boşanmaları durumunda varlıkları eşit paylaşılır ve çocukların sorumluluğu ortaktır.

Alevililte, yukarıda sıraladığımız temel esaslara göre aile ve toplum içerisinde kadının sosyal konumu şekillenip sürdürülür.

Türkiye’de yirminci yüzyılın sonlarına kadar bir kadın kocasından yasal olarak, izin almadan iş yeri açamazdı. Bu yasaya Aleviler itiraz etseler de yasal olarak uymak zorundadırlar. Aleviler sınıflı toplum yapıları içerisinde dini ve toplumsal baskının hiç kesilmediği bir süreçte devletin geliştirerek yaşattığı ataerkil toplum yapısını değiştirmeye Alevilerin gücü yetmez. Yasaya karşı çıkma hakları da yoktur. Mutlaka beyi yazılı izin vermeliydi. Bir diğer önemli sorun miras dağılımı ile ilgilidir. Miras vermemek Alevi erkeklerin hoşuna giden ve uzun süre sürdürdükleri bir geleneğe dönüşmüştür. Bu gelenek, Osmanlı şeriat yasalarından Alevilere kalan ataerkil toplum geleneğinin hediyesidir. Bu yasaya göre kadına payı erkekten daha az vermeyi önerir. Bu tür ataerkil gelenekler, erkekleri her konuda koruyan ve kollayan yasalar olup, bazı alevi erkeklerin de hoşuna gitmiş olacak ki  bu tür yasalara dört elle sarılırlar.  Cumhuriyetin getirdiği medeni kanun ve eşit yurttaşlık yasal hakları görmezden gelinir. Kızların baba evinde, evlenip ayrılması sırasında çeyiz olarak verilen eşyalar mirasından bir parça sayılan algı yaratarak güya ata toprağı bölünmede kalmasını sağlıyorlar.  Toprağın bölünmesi zamanla tarlaların veya arsanın küçülmesi sonucuna varacağında ederi ne ise miras kadın erkek bütün çocukların ortak mirası kabul edilip bütün kardeşlerin rızalık temelinde paylaşmaları Alevilere yakışan bir davranış olur.

Alevilik yolu temel kuralları ile toplumsal şekillenmesini tarım toplumu üretim ilişkileri üzerinde eşitlik temelinde bugünkü teorik yapısının son şekline evrilmiştir. Birbirini gözlemleyen, denetleyen ve destekleyen temiz toplum projesi olan Alevilik Kırsal yaşamda devletin ve diğer toplumsal baskılardan uzak ücra yerlerde daha doğal olarak yaşatılmıştır.1950’li yıllarda kentleşme ve sanayileşme süreci ve mevcut demokratik sürecin işletilmeye başlaması Alevilerde eğitim, sağlık ve iş olanaklarının fazla olması çekiciliğiyle şehirlere göçmüşlerdir.

Anayerli toplum düzeninden ataerkil düzene geçişte, kadınların tüm hakları elinden alınarak, erkeklere bağlandığını belirtmiştik. Ataerkil toplum yapısının gasp ettiği kadın haklarını tekrar almaları için dünya çapından kadınlar hak mücadelesini vermektedir. Kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olması için dünyada başlatılan kadınlar mücadelesi yani feminist hareketler olarak, Birinci dalga feminizm, batı dünyasında 19. ve 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkan feminist hareket ve düşünce dönemi oldu. 2. Dalga olarak adlandırılan Batıda 1960’larda başlayıp 1970’lerin son yıllarına kadar süren feminist faaliyetleri içeren bir dönemi kapsar. 3. Dalga ise başlama tarihi   tartışmalı olsa da genelde 1990’ların sonunda başlayıp günümüze dek geldiği kabul edilir. Postmodernist dönemde feminizmde günümüz sisteme karşı verilen kimlik mücadelelerinden birisi olarak devam etmektedir.

Kırsal bölgelerin Alevi geleneklerinde genellikle kadınların feminizm sorunu yoktur. Çünkü Alevi kadının feminizmi sorunsallaştırmadığının nedeni, erkeklerle aynı kişilik haklarına sahip olduğu içindir. Alevi kadınları düğünde, bayramda ve özel törenlerde erkeklerle beraber eğlenir, halay çekebilirler. Cem törenlerinde kocası ve babası, oğlu ile cem törenine, cenaze törenine katılır. Gerekirse beraber ağlarlar. Sonuç olarak kadın ve erkek beraber üretir, beraberce de tüketirler. Bazı yörelerde kentleşmeyle beraber, Alevilikte olmayan bazı uygulamalar mevcuttur. Bunlar İslami toplumlardan borç alınan geleneklerdir. Örneğin;

  • Kadının mirastan hak almamaları ya da az almaları, İslam şeriat yasalarından alınan gelenektir.
  • Kızların, okumasını engellemek veya erkeklerden sonra okula gönderilme tercihleri, İslami bir gelenektir.
  • Bayramlarda, cenazelerde vb. törenlerde kadınların erkeklerden ayrı yerlerde toplanması İslam’dan beslenen toplumsal baskı geleneğidir.

Kapitalist üretim ilişkileri ve Kentleşmede Kadınlar.

Cumhuriyet Dönemi, Kadınlar:

Dünyada insanlığın gelişmesinin önünü açan her türlü bilimsel ve devrimsel hareketlere Osmanlı uyum sağlayamamıştır. Bundan dolayı modernite ile gelen yenilik ve teknolojik imkanlardan yararlanmanın önünü açmak ancak cumhuriyetle mümkün olabilmiştir. Özellikle, Bilimsel çalışma, endüstriyel üretim ilişkileri, eğitim ve sağlık sistemleri çağdaş yaşamın ölçütlerinin önü kısmen açılmıştı.

Türkiye’de kadın kimliği, eşit yurttaşlık esasıyla Cumhuriyetle öne çıkarılır. Bu öne çıkarılma, kadınlar için binlerce yıllık esaretten ve baskılardan kurtuluşun müjdesi olmuştur. Kısa sürede yasalar önünde, eşit yurttaşlık haklarına kavuşturulan kadınlar, kâğıt üzerinde de olsa hak ettikleri değere ve saygınlığa kavuşturulmuştur. Mustafa Kemal, Cumhuriyet’in ilanından sonra yaptığı bir konuşmasında bu değerleri koruması için gelecek nesillere şu sözlerle seslenir; “Küçük hanımlar, küçük beyler! Sizler hepimizin geleceğin bir gülü, yıldızı ve ikbal ışığısınız. Memleketi asıl ışığa boğacak olan sizlersiniz. Kendinizin ne kadar önemli, değerli olduğunu düşünerek ona göre çalışınız. Sizlerden çok şey bekliyoruz(Cumhuriyet Gazetesi, 29 Ekim 2022).

Atatürk ülkenin kalkınması ve çağdaş medeniyetlere erişilmesinin başında eğitim geldiğini iyi bilmektedir. Ülkede okuma yazma oranları ülke çapında eğitim ve seferberliği başlatılır ve bazı kadınlar sembol olarak öne çıkartılır. 1924 yılında Jale İnan’ı yurt dışına eğitim alması için Almanya’ya göndermesi bunun ilk örneklerindendir.  İnan, Türkiye’nin ilk kadın arkeoloğu oldu. Atatürk kadınların eğitimine verdiği önemi 1921 yılında Ankara’da yapılan eğitim kongresinde şu sözlerle izah eder, “Bir sosyal toplum, bir millet, erkek ve kadın denilen iki cins insandan meydana gelmiştir. Kabil midir ki bir kitlenin bir parçasını ilerletelim diğerini ihmal edelim de kitlenin bütünü ilerleyebilsin? Mümkünmdür ki bir topluluğun yarısı topraklara zincirle bağlı kaldıkça, diğer bir kısmı göklere yükselebilsin? Şüphe yok ki, ilerleme adımlarını, dediğim gibi, iki cins tarafından beraber, arkadaşça atmak ve ilerleme ve yenilikte birlikte merhaleler aşmak lazımdır(Çaha, 1996:110).

Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte toplumsal yapının değişimine yönelik birtakım yasaldüzenlemeler yapılmıştır. 1924 yılında çıkarılan” Tevhid-i Tedrisat Kanunu” kapsamında kadınlara okuma yazma imkânı verilir. Evlilik yaşı kırsal alanda 15 yaş altı evlilikleri çok sık rastlanırken kentlerde kadınlar için evlenme yaşı 20‘lere çıkıyor imam nikahıyla gerçekleştirilen erkeklerin kadınlar üzerinde tehdit aracı durumundadır. (Hassan Pour, amir 2001), (Çağlayan,2010:35)

Cumhuriyetin ilanı ile vatandaşlık haklarını anayasal güvence altına alınma çalışmaları hızlandırıldı. Bunların en önemseneni ise medeni kanundu.  Türkiye’de medeni kanun 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlüğe girdi. TBMM tarafından kabul edilen 743 sayılı Türk Kanunu Medeni kanunu ile birlikte aşağıdaki yasal düzenlemeler yapılır.

  • Ailede kadın-erkek eşitliği sağlandı.
  • Evlilikte resmî nikâh zorunluluğu getirildi.
  • Tek eşle evlilik esası getirildi.
  • Kadınlara, istedikleri mesleğe girebilme hakkı tanındı.
  • Mirasta kız ve erkek çocukları arasında eşitlik sağlandı.
  • Kadınlara boşanma hakkı getirildi.
  • Evliliğin mahkeme kararı ile sona erdirilmesi ya da  boşanma belirli sebeplere  bağlandı.
  • Evlilik dışı doğan çocukların babalarına soybağı ile bağlanması için babalık davası açılabilmesi kabul edildi.
  • Mahkemelerde tanıklık yapma, miras ve boşanma konularında kadın-erkek eşit hale getirildi.(Turkiyehukuk.org)

Yapılan bu yasal düzenlemeler, kadınların toplum içerisinde, kamusal alanda ülkenin geleceğinde söz sahibi olabilmesinin meşalesi oldu. Yapılan eğitim seferberliği ile1927 yılında kız ve erkek çocuklara eşit haklarla açılan ilk öğretimi 1927 yılında orta öğretim izlemiş ve Harp Okulları dışında tüm orta okul ve liselerde karma eğitim başlamıştır. Okuma-yazma, sağlık, biçki-dikiş, sanat, müzik, edebiyatın yanı sıra yöresel birçok folklorik kurslarla ülke genelinde eğitsel anlamda nitel sıçrama yapıldı.

Bu yapılan yenilikler, dinle devleti birbirinden ayıran laiklik ilkesi ile pekiştirildi. Ayrıca ülkemizde 1930’lu yıllarda belediyeler ve yerel yönetici seçimlerinde oy kullanan kadınlar, 5 Aralık 1934 yılında Anayasal bir hak olarak, seçim kanununda yapılan değişikliklerle kadınlar yasal olarak seçme ve seçilme haklarına kavuştular. Seçme seçilme hakları dünyada bazı örnek ülkelerden daha önce uygulamaya geçilmesi önemsenen bir gelişmeydi. Yeni Zelanda 1893 yılında, Hollanda, Danimarka Fillandiya ve Amerika’da 12 eyalet ve son olarak 1918 İngiltere kadınlara seçme ve seçilme hakkı verir, 2015 yılında Suudi Arabistan kadınlara siyasi hak iştirak ve seçme hakkı vermiştir (Sertel,2001, s, 46). Sonuç olarak cumhuriyetle gelen yasal düzenlemeler, kadınlara verilen haklar, kadınları bir meta gibi alınıp satılmaktan kurtulmasını, kadını eşit yurttaş yapan bir kadın devrimi olarak özetleyebiliriz. Yani diğer Sünni inanç başta olmak üzere diğer birçok inanca mensup kadınlar, cumhuriyet rejiminin getirmiş olduğu demokratik haklar sayesinde, ancak yasalar karşısındaki hakları ile Alevi kadınlar  toplumsal yapı içerisindeki  bulunan seviyeye getirilebildiler.

Kentlerde iş, eğitim ve sağlık olanaklarının fazlalığı ve yaratılan demokratik ortama en çok sevinen Aleviler olmuştur. Osmanlı döneminde canlarını korumak için orman içlerinde, dağ başlarında oluşturdukları köylerde yaşamak zorunda bırakılmışlar. Cumhuriyete kadar doğru dürüst eğitim ve sağlık hizmeti görmemişler. Bu yeni imkân özellikle laiklik ilkesi şehirlerde Alevileri, Sünnilerin mahalle baskısından koruyan bir kalkan olmuştu. Aleviler çocuklarını okutmak ve daha güzel bir gelecek için şehirlere akın etmişlerdir. Kentlerde istihdam olanakların artması, sağlık ve eğitim anlamında kentlerin çekiciliğinden, köyden kente göç olgusunun başlamasının nedenleri olmuştur. Okuyan kadınlar ve bu kentlere olan göçlerle her alanda kadın grupları katılımı artmıştır. Kent ve kasabalarda yaşayan kadınlar, kendi olağan yaşamsal sorunlarını sürdürürken, kapitalist üretim ilişkilerinin başlamasıyla, kente gelen yeni kalabalık nüfusla yeniden bir üretim tarzı oluşmuştur (Özbay, 2019:129). Cumhuriyetle başlayan kalkınma seferberliği, yeni iktisadi yapılanmayla üretim ve tüketim biçimini belli oranda değiştirmiştir. Ağırlıklı köyde tarım üretiminde çalışan emekçiler, kentlerde kurulan fabrikalarda işçiye dönüştüler. Kentleşmenin çekiciliği etkenini dikkate alan ırgat ya da fakir köylüler şehir merkezlerinin kenar mahallelerini oluşturmuştur. Kadınların bir kısmı sosyal güvenceleri olan fabrika işçiliğine giriş yapmış, bir kısmı da gündelikçi olarak çalışmıştır. Kentleşmenin sonucu kadınların sınıfsal kategorileri de değişmiştir (Özbay, 2019:136). Kaba hatları ile bu kentlerde yeni yaşam planları yapan kadınlar, kategorileri şu şekilde sıralamak mümkündür;

1- Para almaksızın, ekonomik faaliyette bulunan kadınlar, çoğunlukla evin iç işleri ve aile işletmelerinde çalışan kadınlardır. Genellikle kasaba ve kentlerde yaşayan, yaptıkları faaliyetler karşılığı ücret almayan kadınlar kendi aralarında birçok gruba ayrılır. Kapıcı eşi olan kadınlar, ücret almadan yardımcı durumundadır. Kendi ailevi işlerinden de para karşılığını almaz. Bu grupta olan kadınlar, daha fazla mahalle baskısı yaşarlar.  Alışveriş, kızına ve oğluna çeyiz hazırlığı yapmaları oyalandığı işlerdir.

2- Geçici, örgütsüz ve çok az para getirisi olan işlerde çalışan kadınların yaptığı pamuk işçiliği, fındık toplama, hizmetçilik, bakıcılık, temizlik vb. işlerdir.

3- Zengin aile kadınları, kendi ailelerine ait işletmelerde yönetici durumundadır. Bunlar yüksek öğrenim gören modern yaşam sürdüren kadınlardır (Özbay, 2019:162).

4- Kamusal alanda faaliyet gösteren kadınlar; bunlar eğitimli olup, eğitim, sağlık, finans, memurluk vb. işleri yapanlardır. Bunlar ücret karşılığı çalışırlar. Ev işlerinde de sorumlu tutulurlar.

5- Fabrikalarda ve çeşitli işletmelerde çalışan proleter kadınlar; bunlar ücret karşılığı çalışırlar fakat genelde ücretleri düşüktür (Özbay, 2019:185).

Yukarıda kentleşme sonucu oluşan kadın gruplarının farklı konumları olsa da temel sorumluluklarından hepsinin ortak yanları vardır. Genellikle kadınlar büyük oranda kamusal alanda uzak tutulurlar. Bunlar, ev işleri, çocuk bakımı ve sorumluluğu, geleneksel kadın kalıpları içerisinden hareket etme, toplumun baskıcı kurallarına uyma ve erkeğine bağlı kalma gibi olgular konusunda kadınlar ortak sorumluluk taşırlar.

Bu şekilde gecekondu yerleşkelerinden bir tarafta yaşama tutunma çabaları diğer tarafta çarpık kentleşme ve arabesk yaşam tarzıyla yeni bir sosyolojik yapı oluştururlar. Kentleşme uğraşları kadınlara, imkansızlıklar nedeniyle daha fazla çalışmak zorunluluğu dayatmıştır. Birden fazla iş yapmanın dışında, kapıcılık, gündelikçi gibi işlerden büyük bir kadın nüfusu mevcuttur. Bu bir denge değil aksine dengesizlik olarak yorumlanmalı ve kadının kırsal yöre yaşamında ekonomiye olan katkısı açısından ayrı bir değeri olduğu şeklinde kabul edilmelidir (Ömer, 2001).

Ülkemizde hayatın her alanında yürütülen faaliyetlerin birçoğunda yetiştirilen kadınlar, uzmanlaşıp, kamusal hizmetlerde inanılmaz hizmetler yapmaktadırlar. Demokratik talepler doğrultusunda geçmişten beri verilen mücadelelerin kazanımları, 12 Eylül 1980 faşist darbesiyle geri alınmaya başlandı. Kamusal alanda görev yapan demokrat ve özellikle Alevi bilim adamları, sağlıkçılar, eğitimciler pasifleştirildiler veya görevlerinden alındılar. Özellikle kadınlar kamusal alandan uzaklaştırılıp eve kapanmaları salık veriliyordu. Dolaylı olarak türban ve değişik kapatma modelleri ile bizden veya bizden değildir kategorilerine göre iş olanakları dağıtılıyordu. Binaların bodrum katları çocukların ve kadınların İslam dinini doğru öğretmek amaçlı Kur’an kursları ile dolduruldu. Okullarda din dersi zorunlu hale getirildi ve Alevi çocuklarına da Kur’an öğretimi ve Arap ideolojisi dayatıldı. En son kadınların yasal mücadele ile kazandıkları İstanbul sözleşmesi tekrar iptal edilerek kadınlara sürekli şiddet dayatıldı. Toplumsal bir sorun olan durum, toplumun bireylerinin büyük bir çoğunluğu tarafından rahatsız edici bulunmaktadır. Sosyal sorunlar, özü itibariyle yaşanılan dönemin getirilerine paralel olarak değişebilmektedir. Toplumun ekonomik ve politik çıkmazında ancak demokratik değerleri kısıtlamakla yetinen hükümetler, şiddete baş vurarak kadınları dayakla, hapisle tehdit etmektedirler.

Ülkemizde, sosyo-ekonomik bunalımlar ister istemez aile yapısını da sarmalamaktadır. Dinden beslenen, eğitimden mahrum bırakılan ataerkil toplum yapısı, ekonomik sıkıntıların kısmi sorumlusu olarak görmüş olacaklar ki boşanmalarla yuvalar dağılmaktadır. Günümüzde en çok tartışılan konuların başında kadınlara uygulanan şiddet gelmektedir. Şiddetin birçok türü olmasına rağmen, şiddet denildiği zaman, bunu uygulama alanı olarak, fiziksel şiddet olgusu içinde kadınlar gelmektedir. Ayrıca Alevi kızlarının başlarını bağlamaya zorlanması ve din derslerine zorlanması şiddetin başka bir türüdür.

Ülkemizde şiddet adeta babadan oğula öğrenilerek geçtiği, sadece şiddete maruz kalan kişiyi değil, şiddete tanık olan kişilerin de psikolojik durumlarını özellikle çocukların psikolojik, sosyal gelişimini ve eğitimini etkilediği bilinen bir gerçektir. Din dersine zorlanan ve Kur’an okurken başını bağlamak zorunluluğu yoksa sınıfta bırakma bir tehdit ve psikolojik baskı yöntemidir. Şiddetin her türlüsü benimsenecek, onaylanacak bir davranış türü değildir. Erkeklerce kadın onurunu ezmek bir kalıba sokmak, kadına karşı şiddet uygulamak, işkence yapmak bu olgunun daha ağır ve aşağılayıcı, insani olmayan bir davranış türüdür.

Kentleşme ve Alevi kadınları

Alevilikte kadın, sosyal yaşam içerisinde erkeğini tamamlayan yaşamın diğer bir yarısı kabul edilir. Bütün farklı üretim süreçli sınıfsal yapılarda her zaman her alanda erkekle kadın hep yan yana olduğu bilinen bir gerçektir. Evde, tarlada, Cemde, bağda, bahçede çalışmalarını yürütmüşlerdir. Özellikle cem törenlerinde erkek, kadın ve çocuk ayrımı gözetmeksizin birlikte oturulup, lokmalarını eşit paylaşmışlardır.

Kadın erkek eşitliğini az da olsa sürdüren ülkelerin, toplumsal ilişkilerine bakıldığında, her türlü ahlaklı yaşamın önemsendiği, demokrasinin, eşitliğin, özgürlüğün özümsenerek devam ettiği/ettiren olarak görülmektedir. Bu tür modern dediğimiz ülkelere göçüp gelen Alevi aileler kısa sürede kamusal alana uyum sağlamaktadır. Günümüz kapitalist üretim ve tüketim ilişkilerinin hâkim olduğu, her şeyde sömürünün sürdürülüp, hiç bir şeyde eşitliğin olmadığı ataerkil toplumsal yapıda Alevilerin; “bizde kadın erkek eşittir” çok kıymetli söyleminin teorik olarakta olsa söylenmesi önemsenen bir söylemdi. Fakat Alevilerde kadın ve erkek bir bütünün iki parçası gibidirler. Ozan İbreti:

Yaşamak boşadır yar olmayınca

Avını almayan baz neye yarar

Hep zarar sayılır kâr olmayınca

Boşa konuşulan söz neye yarar

İbreti sevgidir her işin başı

Gönülden yanmalı aşkın ateşi

Kaynatır kazanı pişirir aşı

Ocak yanmayınca gaz neye yarar

Kentlerde, daha iyi, daha modern ve daha insana yakışır bir yaşam için sistemin olanaklarından yararlanmak özlemindeydiler. Onun için kentlerin, yeni üretim-tüketim ilişkileri ve kent sosyolojik yapısına uyum sağlayacak kültürel alt yapıya sahiptirler. Aleviler, kız, erkek bütün çocuklarını okutmak için çalıştılar. Kente uyum sağlamanın ve kamusal fırsatlardan yararlanmanın en önemli fırsatı idi.

Kentlerde var olan demokratik ve mali imkanlar fırsatı, Alevilerin kurumsallaşma isteğini doğurmuştur. Aleviler geçmiş tarihsel anlatılardan öğrendiği, bir arada dayanışma, sahiplenme olmaz ise sistem tarafından daha fazla baskı göreceğini bilmektedirler. Onun için kentlerde de birbirlerini korumak, sahiplenmek ve geleneksel kültürünü korumak zorunluluğunu hisseder. Ülkemizde Alevilik adına dernek, vakıf ve cem evi açmak yasak olması nedeniyle, Aleviler, köy dernekleri, Pir Sultan Abdal adına kültür dernekleri ile kurumsallaşmaya başladılar. Bu kurumlarda, sosyal etkinlikler, dayanışma, sistemin tanıdığı bir takım sosyo- kültürel imkanlardan yararlanmak ve devlet kurumları ile bağ kurmanın bir yöntemiydi. Ayrıca hemşerilerin ve genç nesillerin tanışmasıyla beraberce bazı geleneksel kültürel etkinliklerin sürekliliği yapılmaktaydı. Zamanla festivaller, konserler, paneller ve cem törenleri gibi kültürel etkinlikler ile toplumsal yapının devamı şehir sosyolojisi içerisinde yeni yapısıyla yerini alır. Köylerinde mezarlarını, ziyaretlerini, ocaklarını (Pir) ve doğal olan kültürel hafızasını bırakan Aleviler, geçmiş kültürel bağlarını oluşturmaya çalıştılar. Onun için dünyanın birçok yerine dağılan Alevilerin buluşma yeri olarak köylerde ve yörelerde festivaller yapılmaya başlandı. Ayrıca Dedeler kentlere gelerek salonlarda cem ritüelleri gerçekleştirildi.

Alevilerin kendi adlarına cem evi açma girişimleri eskiden reddedilse de artık devlet cem evi açılmasında bir sakınca görmemiş olacak ki cem evlerinin açılmasına yasal olarak izin vermese de göz yumdu. Hatta Cumhuriyetçi Eğitim ve Kültür Merkezi Vakfı’nın açılmasında yer ve mali destek sunduklarını açıkladılar.  Yurtdışında çoğalan cem evlerinin psikolojik etkisiyle, yasal olmasa da cem evlerinin açılmasına siyasi çevrelerce görmezden gelindi.

Cem evleri ve Kadınlar

 Aleviler, toplumların beylik, imparatorluklar ve ulus devlet yapılanma gelenekselliğinde asırlardır özlemini duyduğu yasal örgütlenme geleneğini, 20. Yüzyılın sonlarında ilk defa yaşamaktadır. Sistem içerisinde Alevi olduğunu söyleyemeyen, asimilasyon baskılarından dolayı kendi inanç kimliğini saklamaktan bıkan, kendi özgür iradesi ile geleneksel kültürel yapısını ve inancını yaşatmak isteyen Alevilerin ilk heyecan verici, ilk özgür olma özlemiydi. Dünya çapında bütün Aleviler, bu heyecanı yaşayıp, maddi ve manevi destekleri ile hızlı bir şekilde kurumsallaştılar. Ülkemiz dışında Cem evi ve kültür evleri oluşumunu başlatanlar, yurtdışına çalışmaya gelen işçilerdi. Bu kurum oluşumcuların hepsi, herhangi bir devlet yapılanması içerisinde dernek, vakıf oluşturmayı bilmeyip, kurum oluşturma ve yönetme deneyimlerinden yoksundular. Ancak başka kurumlardan derneklerden destek alarak ve onları taklit ederek yapabildiler. Eksiklerine rağmen güzel bir gelişmenin başlangıç adımını attılar. Emekleri zayi olmasın.

Bu cem evinin kurumsallaşmasının adımını atanlar, oluşturdukları kurumu kendi evini, kendi yuvasını korur gibi koruma içgüdüsünü taşımaktaydılar. Onlara göre Alevilik inancını tehlikeden korumak gerekir. Tamamen ataerkil bir paradigma içerisinde cem evi kurma anlayışında, kadınlar dışlanmıştır. Sonra da medeni dünyanın dayattığı kadın erkek eşitliği anlayışına kısmen uymak için sembolik olarak bir iki kadın ismi yönetici listelerine yazılır. Bu hiçbir fonksiyonu olmayan ve misyon yüklenmeyen bir statüdür. Erkeklerin cem evlerinde kadınlar temizlik, çay ve yemek yapmalıdır. Yönetme, denetleme görevleri herhalde tehlikeli görülür. Diğer tehlike gruplar, tahsil yapmış okumuşlar solcular, ateistler, örgütlü Kürtler ve özellikle feminist kadınlar olarak belirlenmişti. Bu tehlikeli görülenler arasında tabii ki hemen hemen hepsi Alevi genci olmasına rağmen kendi inanç kurumlarından ötelenirler.

Devlet, 12 Eylül öncesi faşistlerin sokaklarda Akademisyen, öğretmen, işçi ve öğrenci avına çıktıkları zaman, korunmak, halkının yanında olmak amaçlı sol saflarda faşist saldırılara karşı, mücadele etmiş olan herkesi tehlikeli görmekteydi. Faşist darbe sonrası, özellikle üniversite talebeleri terörist sayılıp, yakalanır. Devlet kendi gücünü bir algı üzerinde halkın okumasını ister. Çoğumuz görmüşüzdür, beş, on öğrenci dizilir, önlerine kitaplar konur, kitaptan sonra da mermiler dizilir, birkaç değişik silah konulan masanın arkasına terörist denilen öğrenciler yerleştirilir ve TV kameralarına poz verdirilip, ülkeye yayılır. Hele bunların içinde evli çift varsa mutlaka “devrim nikâhlılar” olarak tanıtılırlar. Bu fotoğrafta şu algı yayılmak istenir. Bu Öğrenciler, bu kitapları okudular, silahı eline alıp terörist oldular. Bu algı okuma düşmanlığını artırıp, ileride açılacak Kur’an kurslarının ve irticanın önünü açacak ve solculara karşıtlık gelişecektir. Solcu cenazeleri bazı cem evlerine alınmayarak, sola karşı olduklarına tanık olduk. Bu algıda cem evi kuranlarda nasibini almış olacaklar ki, bir tane yönetici okumuş, üniversite mezunu yoktur. Varsa da Alevilik hakkında hiçbir bilgisi olmayanlardır. Çünkü kendi emeği derneğini solcuların gelip elinden alacağını düşüren saplantıları vardı. Devletin bilinçaltına yerleştirdiği bu korku psikolojisi ve ataerkil yapı korumaktaydı. Ataerkil dernek kurumlaşmasında bir tane kadının dahi yer almasına, izin verilmesi gerekirdi. Bu da bilinç altındaki ikinci önemli korkuyu oluşturmaktaydı. Çünkü onlara göre kadın, aklı ermez, eksik etek, zavallı, gariban olup, erkeğinin yardımcısı olması gereken biridir.

  1. dünya savaşında sonra bir daha yapılmayan pir ve mürşit kurultayları, Ocakları kendi inisiyatiflerine bırakmıştır. Yaşlı Dede/Anaların Hakk’a yürümeleri sonrası kendini eğitmeden ocak kimliğini eline almış ve yol bilgilerine cevap veremeyen dedelere rastladık. Kentleşmeyle birlikte Ocakzade olan dede çocuklarının bir kısmı kendini yeni sosyolojik yapılanmaya hazırlamaz ve dedesini, babasını taklit ederek yol yürütürler. Dedelerin bir kısmı kendini ve ocağını kutsayan bir bilgelikle, eğitime ihtiyaç duymadan babasının, dedesinin referansı altında kendine bilgilerin vahiyle aldığı bir kutsiyete bürünür. Bazı dedeler de talipleri bir şey bilmeyen aptal sürüsü olarak görmüş olacaklar ki, karısından boşanmış, taliplerine zarar vermiş, haksızlık yapmış ve hatta Sünni kadınla evlilik yapmış, düşkün dedeler gelip cem yürütmekteler. Biz kadınlara göre yola en büyük zararı ve kötülüğü bu tür Dedeler vermektedirler. Onun için yolu hoyratça kullanan bazı dedelerin yola zarar vereceklerini düşünmekteyiz. Bazı bu tip dedelerin yola saygısı olsa kendisi düşkün olmasına rağmen, pişkin pişkin yol hizmeti yapmaz. Bu tür yola zarar veren dedelere izin verilmemeli ve buna izin verilmesi çok üzücü bir durumdur. Ayrıca bu tür kendini Dede diye adlandıranlar yanında eşleri (Ana) olsa , Ana’nın bu duruma izin vereceği beklenemez.

Alevi yolu dişil olup, kadınların ağırlıklı yürütmesini bir yol diye düşünmekteyiz. Yolumuza giriş musahip olmakla başlar. Musahiplik ve dolaysıyla Alevilik birbirini gözlemleyen, denetleyen canların birlikteliğinden geçmektedir.  Alevi yolunun gidişatını kuran, yürüten ve denetleyen taliplerdir. Taliplerin eşleri bu yolu çocuklarına ve çevresine en doğru öğretendir. Pirlerde feyz alan bir talip ana, pratik yaşamda onu çevresine yayan bir ışık olur. Bazı Dede’lerin hatalarını görseler de yola olan saygıdan dolayı Ceme girip onu postan indirirler fakat toplumun bir kısmı bilinçsiz olduğunda tepki almamak için sessizliğe bürünmektedirler. Anaların, Pirlerle beraber cem yürütmesi ve yola sahip çıkması için daha fazla fırsat yaratılmalıdır.

Alevilerin eski Ocak sistemi, yol hizmetinde her Pir’in veya Dede’nin görev alanları belirlenmiş, talipleri belirlenmişti. Her dede her yıl düzenli olarak gider, onları dinler ve yol ritüellerini uygulardı.  Fakat şehirlerde bu gelenek ve örgütlenmeyi eskisi gibi yürütebilmek imkansızlaşmıştır. Yolu bildiğini iddia eden yaşlı erkekler ve bazı yöneticiler, kendi bağlı olduğu ocağın dedesini bulunduğu kente davet edip, taliplerle buluşturur ve cem yaptırırlar. Fakat Cem’e farklı ocaklara bağlı Aleviler de katılmak durumunda kalırlar. Bu durumda Dede’nin belirli bir ocaktan olmasının katılımcılar arasında pek önemi kalmaz. Bu durumda Alevi ocak yapılanması kentlerdeki sosyolojik yapıya uygun yeni bir yapılanmaya ihtiyaç duyar. Temiz topluma önderlik yapacak dede adaylarının, herhangi bir ocaktan yani kan yoluyla gelmesinin önemi de kalmaz. Farklı ocaklara bağlı taliplerin kentlerde kümeleştiği Alevi topluluklara Dedelik/Analık yapacak Ocakzadelerin farklı taliplerin de olacağı ortama göre kendi bilgilerini güncelleyip, yeniden kurallara bağlamalıdırlar.

Kentlerde oluşan yeni sosyolojik toplum yapısına göre,  tıkanan ve sağlıklı yürümeyen Ocak sisteminin yeniden gözden geçirilip yeni bir ocak yapılandırılmasına gidilmelidir. Yeni yapılacak ocak sisteminde eğitilmiş, bir birine benzer Alevilik kodları ile donatılmış ve ritüeli aynı olup çelişkilerin aza indirildiği bir yol güzergahı sürdürecek Ana ve Dede’ler yetiştirmeliyiz. Biz kadınlar olarak toplumsal kanaat önderliği ve yol hizmeti yürütmek ve yöneticilik yapmak konusunda erkeklerin bize fırsat vermelerini istiyoruz. Kent yapılanmasında oluşacak yeni yapılanma içerisinde Kadınların en az erkekler kadar eşit sayıda olmalarını sağlamak gerekliliğine inanmaktayız. Bir sürü yoldan düşkün olmuş, musahibi olmayan, yanında eşi olmadan, cem yürüten Dede’ler gördük. Bunların doğru olmadığını ve yol değerlerinin içini boşaltmak olduğunu söyleyebiliriz.

Klasik Dedelik/Analık statüsünde olması gereken değerler ışığında yolumuza hizmet edecek Ana’lar veya Ana’ adaylarına önerilerimiz.

  • Ana farklı talip gruplarını dikkate alarak bilgilerini güncellemeli ve onların da rızasını almalı
  • Ana, tek eşli olup eşiyle posta oturmalı ve musahibi olmalıdır.
  • Eşinden boşanmış, birden fazla evlilik yapmış ve farklı bir dine mensup eşi olan Ana, düşkün sayıldıklarından cem yapıp yol yürütmemelidirler.
  • Haksızlık yapmış, zalimin yanında yer almış ve Alevilerin bir kesimini yeren, aşağılayan ve taraf tutan Ana Cem yapmamalıdır. Bu değerler tüm Alevi canların yol yürütecek   Ana’lar dan beklentilerimizdir. Bu özelliklerin her Ana’dan bulunması gereken özellikler olup, Alevi yolunun olmazsa olmazıdır.

Yolun ritüeli diye kendi geleneklerini ve doğrularını dayatmaları Aleviliği diğer bazı Ana’lardan farklı tanıtması cemi detayı ile bilmeyen genç Aleviler bu durumu anlamaktan güçlük çekmektedirler. Yol yürütebilecek Anaların, bazı dedelerin yukarıda saydığımız yola düşmanca davranış kalıplarını menetmek ve yolu doğru anlatabilmek için yolumuza sahip çıkmalıyız. Farklı bölgelerde gelen canların buluştuğu metropollerde, Alevilik yolunu gelecek nesillere öğretebilmek için yolun sürek farklılıklarını düzeltip ortak bir yol inşa etmeliyiz. Aynı ocak sistemine bağlı talipler dünyanın birçok yerine dağılmış olduklarında toplanmaları çok zordur. Kentlerde yürütülen Alevi yol ritüellerinde yöresel olarak kısmi farklılıklar olmaktadır. Bunları yolumuzun sürekleri olarak görmeliyiz. Dedelerin ve Anaların doğru ve her canın düşüncelerine uygun, rızalığa dayalı yeni ritüel boyutu oluşturmaları gerekmektedir. Zamanla bu kısmi kültürel farklılıklar karışımı ile yeni bir kültürleşme kabullenip yürütülecektir. Eskiden İslami baskı etkisiyle bazı törenlerin orijinalliği deformasyona uğramış İslam’ın bir versiyonuna dönüştürülmüştür. Bu Aleviliğe uymayan, yolla alakası bulunmayan taklit çoğu Alevi canları incitmektedir. Bu tür sorun haline gelen ritüelleri, Yolu bilen Dedeler, Analar, Aleviliği yaşamış ve bilen akademik düzeyde insanlarla, daha modern, sürdürebilinir yapıya kavuşturulacağına inancımız tamdır.

Nüfusumuzun milyonlara yaklaştığı İngiltere’de, Cem evlerinin işlevlerinin, cenaze kaldırılan ve cem yapılan yer olmakla sınırlandırılmamalıdır. Eskiden Cem evlerine gidildiğinde yaşlı Aleviler kendine Alevi diyen birini teste tabi tutardı. Bu kendini bir bilen olarak gösteren yaşlımıza göre; 12 İmamların adını sırasına göre doğru sayan ve Ehlibeyti doğru tarif eden Alevilik sınavını geçer ve Alevi kabul edilirdi. Ayrıca bu yaşlı yöneticiler, Kerbela destanı, Kerbela’nın İntikamı ve Eba Müslüm’ün katliamları anlatan romanlarından başka hiçbir tarihsel belleği olmayan ve birkaç tane mürşit, pir adı saymak gibi kendilerine ezberletilmiş, kendisinin de bilmediği, doğruluğuna emin olmadığı, ömründe bir makale, bir kitap okumadığı bir yönetici modeli vardı. Cem evi iç duvarları 12 İmam resimleri  ve anlamı bilinmeyen Arapça dualarla süslenir, bu da Aleviliğin dekoratif yansıması olarak tanıtılırdı. Ama şimdi o günler aşıldığını düşünmek istiyoruz. Bu Arap figürlerle Aleviliği anlatamayıp, gençleri camilere sevk edersiniz. Alevilik bilgili, inançlı ve kararlı canların yürütebileceği, yükü ağır bir yoldur. Bu yol kendini eğitmemiş dedelerin ve cahil kalmış yaşlıların taşıyacağı, altından kalkacağı bir sorun değil. Bu yol kendini eğitmiş dede, ana ve taliplerin bilgelikleri ile daha da uzun yaşatılabilir.

Buralarda otuz yıl geçmesi ile ancak zenginleşen kurumlar, herhangi bir akademik çalışmayı yürütmede öncülük yapamadılar. Üniversitelerle diyalog geliştiremediler. Üniversiteden bir Alevi kürsüsü oluşturamadılar. Kendi üniversite mezunu çocuklarını yönetici yapamadılar. Aleviliği Arap ideolojisi propagandası yaparak anlatan dedelerden kurtaramadılar. Bu olumsuzluklar, Alevilerin bir tarihi fırsat olarak eline geçirdiği imkanları değerlendirememektir. Bu olumsuzlukların ısrarı bizler eskiden Afrika’dan yapılan fil eğitimine benzemektedir. Afrika fil avcıları fili tuzağa düşürüp yakalar, ayağında zincirleyip bir ağacın gövdesine bağlarlar. Fil günlerce aç ve susuz olarak ağacın etrafında daireler çizer durur. Sonunda sahibi ağaca yaklaşır ve zinciri çözer, zincirin çözülmesine rağmen daire çizmeye devam eder. Kaçıp özgürlüğüne kavuşmayı düşünemez… Bizler de yıllardır alışıla gelmiş, bize ezberletilmiş yalanın tekrarını yapmaktayız.

Binlerce Üniversite mezunu gençliğe sahip olan Alevi toplumu, modern, akıllı ve bilinçli gençliğe fırsat verip önünü açmamaktalar.  Ancak her seçimde bir iki kişiyi geçmeyen üniversite mezunu ve meslek sahibi yönetici olabilir. İngiltere’de modern bir ülkede dahi hala ataerkil toplum yapılanmasını sürdürmek ne kadar doğru olabilir? Cem evleri, erkek yöneticilerin söz sahibi olduğu, birer esnaf örgütlülüğü haline getirildiler. Herhangi bir alevi iyi bir işletmeci olabilir, çok zengin de olabilir. Zengin olmayı beceren birisine Aleviliği de biliyor denemez. Hiç bir vasfı ve liyakati olmayan Alevilikle ilgili bilgisi olmayan, gençliğe, kadınlara ve yaşlılara yönelik bir proje üretmekten aciz insanların ısrarlı yöneticiliği Cem evlerini ticari kurumlara çevirir. Oysa vakıf olarak kurulup, kâr amacı gütmeyen cem evlerinde üyelerine yönelik bedava bir hizmeti bulunmaması, iddiamızı doğrulamaktadır. Yine kadınların, en az sayıda temsil hakları olup, kendilerini geliştirmelerinin önüne beyler ve yöneticilerce dolaylı engeller çıkartılmaktadır. İngiltere’de binlerce üniversite mezunu ve genç Alevi kadın ve erkek akademisyenler varlığı söz konusu iken kurumların birer esnaf örgütlülüğü gibi kalması, Aleviliğin gelişmesinin önünü tıkamaktan başka bir şeye yaramamaktadır.

Bu yol Ana tanrıça kültünden beri akıp gelen kadın erkek eşitliği temelinden yürütülen, ahlaklı yaşam ve temiz toplum projesidir. Kendi toplumumuzun gelişmesi daha ileri gitmesi için  çocuklarımızdan başlayan eğitim sürecimizi kendimiz Kadıncık Ana’dan ve Sarı Kız’dan aldığımız elle yürütmeliyiz.  Bu yol, Dedelerin ve erkek taliplerin yalnız yürüteceği bir yol değildir. Kadıncık Ananın bize emanet ettiği Alevilik yoluna, biz kadınlar olarak daha fazla emek verip, sevgi ve aşkla yolu çocuklarımızın da beğenisini kazanacak bir yuvaya dönüştürmeliyiz. Cem evlerine daha fazla gidip, daha fazla hizmet yapıp, görev almalıyız. Çeşitli akademik dünyada yardımlar isteyip kendimizde eksik gördüğümüz konularda destekler istemeliyiz.

Artık her kadın kocası dışında özgür kararı ile cem evi faaliyet kollarının her kademesinde eşit sayıda temsil hakkına talip olmalıdır. Hep tali plana itilen kadınların yolu öğrenmek ve geliştirmek için okuma ve öğrenme grupları oluşturmalıdırlar ki çocuklarına yolu ve yola ait davranış kalıplarını öğretebilsinler. Geçmişte bazı yönetici arkadaşların ve bazı Dede’lerin anlayışlarına göre kadınların, cem evlerindeki beklenen konumu;

  • Cemlerde, kadınlar başları bağlı ve erkeklerden ayrı oturmaları,
  • Cenaze törenlerinde, kadınlar, erkekler ayrı gruplar içerisinde bulunmaları,
  • Cemde Dede’nin yanına hep erkeklerin oturması,
  • Zakirlerin hep erkeklerden seçilmesi,
  • Kurumda hizmet dendiğinde, kadınların mutfağa gönderilmeleri,
  • Yöneticilerin çoğunluğun erkek olması istenmektedir.

Bu tür algı yaratmalar ataerkil dayatmalar olup, Aleviliğe uymamaktadır. Bu bize uymayan algıları sürdürmek, sürdürülmesini ısrar etmek, yolu bilmemek olup, kalp kırmaktan başka bir önemi olmaz. Başkalarına ait inanç ritüellerini gelecek nesillere dayatmak, Alevi yolunun izlerini silip, özünden koparmak olacaktır.

Dünya genelinde bir sorun olarak görülüp, uğruna ciddi mücadele verilen “kadın erkek eşitliği”, biz Alevi kadınlarına Asırlar önce Ana Tanrıça kültünden bizlere bırakılan mirastır. Bu miras Alevi kadınlarının köleleşmesini, 2.sınıf ayrı bir cins sayılmasını önleyen ve Alevi toplum içerisinde eşitlik temelinde bir can olmasını sağlayıp, korumuştur. Alevi toplumu içerisinde işleyen kadınların sosyal statüsü,  ataerkil yapının etkisiyle aşağılara çekilmiş durumda. Bu durumu orijinal konumuna getirmek için birlikte mücadele etmemizi ozan Meluli, Latife mahlası ile destek sunmaktadır.

Gel  bekardaş bir edelim sözümüz

Sağ gönüle bağlayalım özümüz

Hak gözüyle baksın gönül gözümüz

Cemal-i pir’imiz Cemalullah’tır

Sen Allah arama başka yerlerde

Gezmeyelim yabanlarda kırlarda

Sayılırız sonra bizde körlerde

Cemal-i pir’imiz Cemalullah’tır

Latife’ye bak sen gayriya bakma

Pir’in eteğini elden bırakma

Sözünü ferman bil emrinden çıkma

Cemal-i pir’imiz Cemalullah’tır

Aleviler geleneksel “bizde kadın erkek eşit birer candır” değerlerine bağlı olarak, günümüz koşullarına göre kadın erkek ilişkilerindeki ilkelerini güncellemelidir. Çünkü bu eşitlik biz kadınlara, ilk toplumsal yapılaşma ile metafor olarak düşünülen AnaTanrıça  kültü zamanından beri biz kadınların en insani hakkıdır. Bu Aleviliği yaşatan bir değerdir. Bu eşitlik biz Alevi kadınlarını eski Hristiyan, Yahudi ve Müslüman kadınlardan ayıran temel özelliktir.  Alevilerin kurumsal işleyişinde yer yer eksik ve yanlış uygulamalar, yöneticiler ve yol önderlerince düzeltileceğini düşünüyoruz.

Alevi yolunun sosyal yapısında, aşağıda sıralanan önerilerin pratikte uygulamasını gerçekleştirmeliyiz.

  1. Alevilerde Kadın erkek eşittir.
  2. Alevilerde miras hakkı eşittir.
  3. Kadın ailesini temsiliyet hakkına sahiptir.
  4. Kız ve erkek çocuklar mümkünse mutlaka okutulmalıdır.
  5. Alevilerde toplumsal cinsiyet kalıpları geçerli değildir.
  6. Cem yürütülmesinde Posta Dede/Ana beraber oturarak yürütmeli,
  7. Kadınlara da zakirlik yaptırılması gerekmektedir.
  8. Cemlerde ve Cenaze törenlerinde kadın erkek gruplaşmalar yerine aile ve tanıdıklar tarzından olabilmeli.
  9. Yöneticilerin en az yarısı kadınlarımızdan seçilmeli,

Bütün Alevi Canlara Saygı ve Sevgilerimizle

Kaynakça:

 Gölpınarlı, Abdulbaki(1958), Manakıb-ı Hacı Bektaşi Veli Vilayetname, İnkılap-aka yayınları, İsranbul

  1. https://www.turkiyehukuk.org/turk-kanunu-medenisi/
  2. Ömer Çaha, “Türkiye’de Kadın Hareketi Tarihi: Değişen Bir Şey Var mı? [TheHistoryofWomenMovement in Turkey]”, Kadın BienaliEtkinlikleri Çerçevesinde Türkiye’de Kadın ve Sivil Toplum, İstanbul/Turkey, Mar. 2001
  3. Berktay, Fatmagül(2018),Tarihin Cinsiyeti. Metis,130)
  4. (Hassan Pour, amir 2001),(Çaplayan,2010:35) Handan Çağlayan, “Analar, Yoldaşlar, Tanrıçalar”, iletişim yayınları, 3. Baskı, İstanbul 2010 Handan Çağlayan, “Analar, Yoldaşlar, Tanrıçalar”, iletişim yayınları, 3.baskı).
  5. Çınar, Aliye, (2021) Kültürel Antropoloji, Paradigma Akademi,Çanakkale
  6. Dr. Özgüç, Nazmiye Tümertekin ve Prof.Dr. Tümertekin, Erol (2019:43). Beşerî Coğrafya/İnsan, Kültür, Mekan. İstanbul: Çantay Kitapevi,
  7. Darga, A. Muhibbe,(2013) Anadolu’da Kadın. Yky yayınları. 1.baskı.
  8. Berktay, Fatmagül, (2021), Tek Tanrılı Dinler karşında Kadın, metis yayınları, İstanbul
  9. Cıbıroğlu Yıldız, Kadın Saçı, Mart 2004.Payel Yayınevi, İstanbul.
  10. Umar, Bilge(1999)İlkçağ’da Türkiye halkı, İnkılap Kitabevi,
  11. Yolcu Yrd.Doç.Dr.Yolcu, Mehmet (2014). “Babasız Gebelik Mitleri Bağlamında Türk Mitolojisinde Gök-YerDikotomisi ve ana Tanrıça Kültünün İzleri”, (7/sayı 1)(Dergipark.org)
  12. Çığ, Muazzez İlmiye (2012),Kur’an, İncil ve Tevrat’ın Sümer’deki Kökeni, Kaynak Yayınları,30.baskı,
  13. Campbell Joseph,(2006) İlkel Mitoloji, İmge Kitabevi, 3.Baskı
  14. Kramer S.N, (1999),Tarih Sümer’de Başlar. Kabalcı Yayınları
  15. Pazarlı, Osman; (1972), Din Psikolojisi, remzi kitabevi,2. Baskı.
  16. Sertel, Sabiha ,(2019); Kadınlığa Dair, Derleyen Hamid Erdem, Sel yayıncılık, derleyen, 1. Baskı Mart 2019,
  17. Barmak, Ahmet Taner (2020). Osmanlı İmparatorluğu’nun Kadın Köleleri,  www.academia.edu
  18. Cumhuriyet Gazetesi, 29 Ekim 2022
  19. Çaha,Prof.Dr.  Ömer;(1996), Sivil Kadın, Savaş yayınları
  20. Özbay, Ferhunde, (2019) Özbay, Kadın Emeği, iletişim, İstanbul
  21. Çağlayan, Handan (2010), Analar, Yoldaşlar, Tanrıçalar, iletişim yayınları, 3. Baskı,İstanbul,
  22. Kur’an Nisa suresi 11, Lütfi Kaleli. İslam’da Kadınlar, alev yayınevi.haziran 2005
  23. Günaltay, Ord.Prof Dr. Şemseddin(1987), Yakın Şark 2, Anadolu, Türk Tarih Kurumu Basımevi,2.Baskı, Ankara
  24. Resim 1-Çatalhöyük’te bulunan Oturan Tanrıça figürü. Museum of AnatolianCivilizations
  25. Sevinç Mehmet Reşit & Sevinç Gönül & Kantar Davran, Müge, (2016), Osmanlı imparatorluğu Kırsal Alan Eğitim Politikaları, Dergipark.
  26. Hitchcock, Louise.A, (2020), Kuramlar ve Kuramcılar, İletişim, İstanbul
  27. Eliade, Mircea (2022), İnisiyasyon, Ayinler, Gizli Cemiyetler, Doğubatı, Ankara
  28. Balıkçısı, Halikarnas(1996),Sonsuzluk  Sessiz Büyür, Bilgi yayınevi, 3.Basım,temmuz 1996, Ankara
  29. Campbell, Joseph(2015), Doğu Mitolojisi(tanrının maskeleri 2), Islık Yayınları,1. Baskı 2015 mart, İstanbul
  30. (T. Busink L. “Origine et evolution de la ziggurat babyloienne” 1970, sh: 91, 141.(Busink.1970: 91)
  31. Nuray Gümüştekin, “Anadolu ve Diğer Kültürlerde İşaret ve Simgelerde Anlam”, www.academia.edu.
  32. Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, C.14, S.11, Balıkesir, 2011, s. 108..www.academia.edu
  33. Alper Altın, “Türk-İslam Sanatı Geometrik Süslemesinde Ali İsminin Üç Kollu Çarka Uyarlanması”, AkademikHassasayetler, Sanat Tarihi Özel Sayısı, Ankara, 2019, s. 23-54
  34. https://www.anadoluuygarliklari.com/anadolu-da-ilk-yerlesimler/catalhoyuk-ana-tanrica-kultu/
  35. org/wiki/Hacı_Bektaş-ı_Veli

İngiltere Alevi Kültür Merkezi ve Cem-Evi

Kadın Kolları