Aşık Hüdai (1940-2001) Göksun/Maraş

“Söz, sahibini yakmıyorsa, karşıdakini ısıtmaz.”

Asıl adı Sabri Orak olan Aşık Hüdai, 1940 yılında Kahramanmaraş’ın Göksun ilçesine bağlı Yoğunoluk köyünde doğmuştur. Henüz dokuz yaşında iken babası vefat eden Hüdai yetim kalmıştır. Üç kardeşin en küçüğü olan Hüdai on bir yaşında iken ailesi, daha iyi imkanlara kavuşabilmek umuduyla Göksun’dan Adana’nın Kadirli ilçesine göçüp, yerleşmiştir. Bu yıllar umduklarının aksine ailenin en acılı ve en zorlu yılları olmuştur. Hüdai, çalışmak zorunda olduğu için okula gidememiş, geçim derdiyle pamuk tarlalarında çalışmış daha çok da Toroslarda çobanlık yaparak geçimini sağlamıştır.

Hüdai, hayatının bu devresini şöyle anlatıyor: “Adana’da Kadirli’de büyüdüm. Benim çocukluğum zorluklarla geçti. Okuma imkânı bulamadım. Yokluk, bir ıslak yorgan gibi hiç üzerimden kalkmadı. Islak yorgan hem ağırdır hem de insanı her zaman üşütür. Bana hayatı öğreten çile oldu. Ama sevda hiç başımızdan eksik olmadı. Dağ dumansız olmaz imiş.” Yoksul bıraktırılmış, ötekileştirilmiş bir toplumun çocukları gibi Hüdai’de erken olgunlaşarak yaşam alanında sorumluluk almıştı. On bir yaşından itibaren spontane şiirler söylemeye başlayan Hüdai, on dört yaşında iken saz çalmaya başlamıştır. Aşık, “Hüdai” mahlasını Kadirli Aşıklar Gecesi’nde gösterdiği başarı sebebiyle almıştır. Okuma yazmayı asker ocağında öğrenen Aşık Hüdai, okuyup dinlediği Halk hikayeleri ve eski şairlerin/aşıkların eserleri vasıtasıyla şiir ve aşıklık konularında bilgisini artırıp pekiştirmiştir. Hüdai, ozanlık sürecini şu şekil anlatır; “Benim yaşamım Kerem gibi geçti. Geçmişte yaşamış tüm Ozanlar benim ustam oldu. Onları dinleyerek büyüdüm, yetiştim” demiştir. Bu sebeple okuma yazma öğrendiği asker ocağını hep saygı ve sevgiyle anmıştır.   Hüdai, askerliğini bitirdikten sonra İstanbul’a yerleşmiştir.

Çocukluk yaşta başladığı gurbet hayatı çok uzun sürer. Ozanlığa başladıktan sonra tek geçim kaynağı  sazı ve sözleri olur.  Gezmeyi aşıklığın bir gereği olarak görmüş, sık sık Anadolu gezilerine çıkmış, yaşayan usta aşıkların yakınında bulunarak kendisini yetiştirmiştir. Yirmi beş yıl İstanbul’da kalan Hüdai, işsiz güçsüz ve perişan yılların ardından kısa bir müddet de olsa İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde çalışmıştır. CHP yıllarca alevilerin oylarını alır, onlara yalnızca devlette hiçbir güvencesi olmayan bazı alevi ozanları belediyelerde işçi statüsünde yer vermekle yetinir.  Hüdai’de bunlardan bir tanesidir. Daha sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ndeki işinden ayrılarak 1990’lı yıllarda Ankara’ya gitmiştir. Ankara’da Çankaya Belediyesi’nde işe alınan Hüdai, Park ve Bahçeler Müdürlüğü’ne bağlı olarak Aşık Veysel Parkı’nda çalışmıştır.

Konya’da yapılan Aşıklar Bayramı’na üç yıl katılan Aşık Hüdai, 1968 yılında şiir dalında birinci olarak Fuzuli ödülünü almış, 1969 yılında da atışma ve şiir dallarında ikinci olarak Dadaloğlu ve Yunus Emre ödüllerini kazanmıştır. 1970 yılında ise şiir dalında Karacaoğlan, atışma dalında Müdami ödüllerini almıştır.

Çevresinde, ağırbaşlı, sessiz, sakin ve mahzun tabiatıyla tanılır. 1995 yılında Asiye Hanım’la evlenen Hüdai’nin 1996 yılında Ali Kerem adında bir oğlu dünyaya gelmiştir. Biraz olsun huzura ve düzene kavuşan Aşık Hüdai, bu yıllarda daha çok oğluyla ve şiirle uğraşmıştır. Aşık Hüdai’nin geç kavuştuğu saadeti ileri derecedeki şeker hastalığı sebebiyle uzun sürmemiştir. Ankara’da 23 Kasım 2001 tarihinde 61 yaşında iken Hakk’a yürüyen Aşık Hüdai, Ankara’da toprağa verilmiştir.

Aşık Hüdai, sazı ve sözüyle aşıklık geleneğinin edep ve erkanına sahip bir aşıktır. Şiirlerinde yönetim sisteminin yarattığı olumsuz gidişatları işlemekle birlikte daha çok tabiat, insani ilişkiler, sevgi, aşk ve tasavvuf konularını işlemiştir. Hece vezniyle ve çoğunlukla dörtlükler halinde yazdığı şiirlerini saz eşliğinde çalıp söylemiştir. Aşık Hüdai, sade Türkçesi ve samimi üslubuyla, bitti bitiyor denilen aşıklık geleneğinin 21. yüzyıla uzanan yolculuğunda önemli halkalardan biri olmuştur.

Kentleşme sürecinde metropollere göç eden Aleviler ve yol sürdüren Dedelerle sürekli muhabbetlerde bulunan Hüdai, kapitalist üretim ve tüketim ilişkilerinin çoğu insanın kişiliğini ve ahlakını bozduğunu söyler. Kendini yetiştirmemiş, yolda pişmemiş, taliplerden izin almamış ve Dedeliği dedesinden, babasından hazır kazanç olarak gören Dede bozuntularına, birtakım çıkarları için yolu sürdürenlere ciddi eleştirilerde bulunur.

Bizi böyle bölük bölük bölmüşler

Nefse uyup hakikatı silmişler

Ocak zadeliği nerden almışlar

Ocak hırsızları, kül hırsızları.

Alevi yolunu sürdürdüğünü iddia eden Dede, başkan ve yöneticilerin insanları böldüklerini, yolu kendilerinin bildiklerini söyleyerek diğer sürekleri ötelemelerinden rahatsız olduğunu dillendirir. Yolun sürdüreni ve sahibi olduğunu söyleyen Hüdai, teşbih sanatını işleyerek, masum ve mazlum olan taliplerin çıkarcı cambazlara teslim edilmesine eleştiri getirir.

Göz koydular varlığıma malıma

Kurtlar çoban oldu kuzularıma

Zalimi koydular mazlum yerine

Haklının hakkını aramadılar

Şiirlerinden Örnekler:

Erenler Zehir Getirin

Erenler zehir getirin

Balınan öldürmen beni

Bağrıma diken batırın

Gülünen öldürmen beni

Hiçlik aleminde mestim

Varlık sevdasını kestim

Yokluk benim eski dostum

Malınan öldürmen beni

Yar diyerek yana yana

Can teslim ettik canana

En yakınım kıysın bana

Elinen öldürmen beni

Bir aşktır düştü özüme

Yanarım kendi közüme

Leyla görünüp gözüme

Çölinen öldürmen beni

Duygular dönüştü söze

Yanık seda işler öze

Dertli dertli vurup saza

Telinen öldürmen beni

Hüdai’yim daldım gama

Saldı beni demden deme

Asın kesin yüzün amma

Dilinen öldürmen beni

Faydası Olmayan Bahardan Yazdan

Faydası olmayan bahardan yazdan

Yüce dağbaşının kışı makbuldür

Cahilin ettiği sohbetten sözden

Alimin hayali düşü makbuldür

Lokma yeme muhannetin elinden

Kurtulaman sonra acı dilinden

Namertlerin kaymağından balından

Merdin kuru yavan aşı makbuldür

Hüdai konuşur bir ince dilden

Hal ehli olmayan bilir mi halden

Bilgisiz görgüsüz duygusuz kuldan

Ölülerin mezar taşı makbuldür

Gönül Çalamazsan Aşkın Sazını

Gönül çalamazsan aşkın sazını

Ne perdeye dokun ne teli incit

Eğer çekemezsen gülün nazını

Ne dikene dokun ne gülü incit

Bülbülü dinle ki gelesin coşa

Karganın namesi gider mi hoşa

Meyvesiz ağacı sallama boşa

Ne yaprağını dök ne dalı incit

Bekle dost kapısın sadık dost isen

Gönüller tamir et ehli dil isen

Sevda Sahrasında Mecnun değilsen

Ne Leyla’yı çağır ne çölü incit

Rızaya razı ol hakka kailsen

Ara bul mürşidi müşkülde isen

Hakikat şehrine yolcu değilsen

Ne yolcuyu eğle ne yolu incit

Gel haktan ayrılma hakkı seversen

Nefsini ıslah et er oğlu ersen

Hüdai incinir incidem dersen

Ne kimseden incin ne eli incit

Bu Aşkın Sırrına Ereyim Dersen

 Bu aşkın sırrına ereyim dersen

Önce bir ermişe sor da öyle gel

Hakk’ın cemalini göreyim dersen

Evvela sen seni gör de öyle gel

Hakikat ilminin sabırdır başı

Şah olsa da benlik gütmez er kişi

Sen kendi nefsinle eyle savaşı

Sadık ol sözünde dur da öyle gel

Hüdai emeğin gitmesin zaya

Bozulan süt artık tutmuyor maya

Bu aşkın yoluna gidilmez yaya

Aşk atına binip sür de öyle gel

Dostlarım Hep Bende Kusur Aradı

 Dostlarım hep bende kusur aradı

Gerçek yanlarımı göremediler

Yar dediğim yad ellere yaradı

Sevdiklerim bana eremediler

Saflar kandı fitnelerin sözüne

Körler düştü kalleşlerin izine

Dinamitler kondu suyun gözüne

Yine de farkına varamadılar

Kalmadı sevdiğim lezzetim tadım

Devrildi seneler bak adım adım

Yıllarımı insanlara adadım

Bir günümü geri veremediler

Göz koydular varlığıma malıma

Kurtlar çoban oldu kuzularıma

Zalimi koydular mazlum yerine

Haklının hakkını aramadılar

Hüdai‘nin yaraları döşünde

Duman eksik olmaz garip başında

Yar yari pişirir aşk ateşinde

Yarsızlar yarasın saramadılar

Ateş İcat Olup Duman Tütmeden

Ateş icat olup duman tütmeden

Aşkın ocağında biz yanıp tüttük

Güller açılmadan bülbül ötmeden

Mana aleminde şakıdık öttük

Her kaynaktan akmaz böyle duru su

Bu yer gerçek erenlerin korusu

Duygu çiçeğinden ilham arısı

Sevgiden bal yaptı önce biz tattık

Gönül diyarında sevda elinden

Hasret dağlarından çile çölünden

Gerçekler izinden Hakk’ın yolundan

Yirminci asırda biz geldik gittik

İrfan sofrasının altın tasıyız

Muhabbet suyunun şelalesiyiz

Hüdai Yunus’un sülalesiyiz

Tasavvuf ilmini biz tamam ettik

Bahçıvanım Derler Bağı Bilmezler

Bahçıvanım derler bağı bilmezler

Gülüş hırsızları, gül hırsızları

Yürekler dağlayan dağı bilmezler

Duygu hırsızları, dil hırsızları

Kargalar her seher etseler zarı

Onlara yer vermez gönül diyarı

Kovana boş girer yabani arı

Emek hırsızları, bal hırsızları

Bizi böyle bölük bölük bölmüşler

Nefse uyup hakikatı silmişler

Ocak zadeliği nerden almışlar

Ocak hırsızları, kül hırsızları

Hüdai’yim düştüm çileye gama

Yaralar yürekte bak yama yama

Hırsızın hırsızdan farkı yok ama

Onlardan şerefli mal hırsızları

Gönül Sende Sevgi Sende Yar Sende

Gönül sende sevgi sende yar sende

Sende ara, sende seni bul kardaş

Mürşid sende rehber sende pir sende

Sende ara, sende seni bul kardaş

İsa sende Musa sende Tur sende

Çözülmedik gizli gizli sır sende

Hakk’ın gizli hazinesi var sende

Sende ara, sende seni bul kardaş

Şehir sende yayla sende köy sende

Nehir sende derya sende çay sende

Yıldız sende güneş sende ay sende

Sende ara, sende seni bul kardaş

Der Hüdai akıl ilim fen sende

Dünya sende ahret sende han sende

Allah sende Kur-an sende din sende

Sende ara, sende seni bul kardaş

Bütün Evren Semah Döner

Bütün evren semah döner

Aşkından güneşler yanar

Aslına ermektir hüner

Beş vakitle avunmayız

Canan bizim canımızdır

Teni bizim tenimizdir

Sevgi bizim dinimizdir

Başka dine inanmayız

Hüdai’yim Hüdamız var

Dost elinde bademiz var

Muhabetten gıdamız var

Ölüm ölür biz ölmeyiz